İnsanın anlam arayışı, tarihle yaşıttır. Anlamın madde ile sınırlanamayacak yapısı, manayı da daima dikkate almayı, insanı madde ve mana bütünlüğü içinde düşünmeyi gerekli kılar. İnsanoğlu, topraktan yaratılmış bedenini ve ilahi bir nefhadan var olmuş ruhunu aynı anda bünyesinde taşıyan, mükerrem bir varlıktır. Ruhun ve bedenin birbirini tamamlayan yapısı insan hayatının her anında kendisini gösterirken, dünya ve ahiret dengesi söz konusu olduğunda da öne çıkan bir gerçekliktir.
En güzel surette yaratılan insan, fizik dünyaya ve fizikötesi âleme yönelik boyutları olan bir varlıktır. Bu açıdan, insanın yaşadığı dünyayı ve nihai hakikat ahireti anlamlandırmadaki en önemli kazanımı, sağlam bir inancı benimsemesidir. Zira kişiyi istikamet üzere kılıp ebedi mutluluğa ulaştıracak yegâne hazine, onun kendisini, dış dünyayı ve son raddede Yaratıcıyı mutlak manada tanıyıp anlamlandırmasıyla taçlanan muhkem bir inanıştır. Söz konusu boyutun karar ve istikrar mekânı da hiç şüphesiz kalptir. Nitekim ilahi vahyin tebliğcisi, nebevi silsilenin son temsilcisi Hz. Peygamber (s.a.s.); “…Dikkat edin! Vücutta öyle bir et parçası vardır ki o iyi, doğru ve düzgün olursa bütün vücut iyi, doğru ve düzgün olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin! O, kalptir” (Buhari, İman, 39) buyurarak bu hususa dikkat çekmiştir.
İnsan, ruh ve beden olarak isimlendirilen iki farklı unsurdan müteşekkil bir varlıktır. Allah Teala, Kur’an-ı Kerim’de insana kendi ruhundan üflediğini haber vererek (Secde, 32/9.) yaratılmışlar içinde ona verilen değeri ifade etmektedir. Literatürde nefis ya da ruh olarak adlandırılan ve manevi taraf olarak yerini bulan unsur, insanı diğer canlılardan ayıran, aynı zamanda onu vahye muhatap kılan, beden yok olup gitse de varlığını devam ettirecek olan aslî unsurdur. Kültürümüzde “insan ruhuna dokunmak” olarak nitelendirilen “manevi alan”a yönelik her türlü gayret peygamberler ve onlara tâbi olanların odaklandığı noktadır. Söz konusu hizmetlerin bir adı da gönül yapmaktır. Bu konuda öncü şahsiyetlerden binlerce örneğini bulabileceğimiz beyitlerden biri de Yunus Emre’nin dilinden dökülen şu veciz sözlerdir:
Vahyin yeryüzüne inişinin ilk ifadesi oku! Oku ki kendini bilesin, oku ki kâinatı bilesin, oku ki indirileni bilesin. Bu bir kimliği bulma emriydi, başka bir ifadeyle kendini bilme ve tanıma. Zira vahyin bütününe baktığımızda bu okuyuşa katkı sağlayacak deliller belgeler, işaretler görürüz. Velhasıl anlayışımızı kolaylaştıran, tefekkürümüzü zenginleştiren okumalar sunar bizlere Hak Teâlâ. Bir taraftan imana davet, bir taraftan da imana şahadet işaretleri yani görme, tatma, dokunma, hissetme vb. şeklileriyle sunulan ilahî karineler. Geceleyin uyumanız, gündüzün onun lütfundan istemeniz (Rum, 30/23), gökten yağmur indirip onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesi (Rum, 30/24), göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması (Rum, 30/22), kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de onun (varlığının ve kudretinin) delilleri olarak idraklerimize sunulur. (Rum, 30/21.)
Türkiye’de manevi danışmanlık ve rehberlik, Diyanet İşler Başkanlığının Adalet Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ve Gençlik ve Spor Bakanlığı ile imzalamış olduğu protokollerin hayata geçirilmesiyle gündeme gelmiştir. Bu çerçevede Diyanet personeli, cezaevleri, hastaneler, sevgi evleri, kadın sığınma evleri, huzurevleri ve KYK üniversite yurtları gibi pek çok kurumda hizmet vermeye başlamıştır. Önceleri cezaevi vaizi, manevi destek birimi gibi farklı isimlerle anılsa da artık Diyanet personelinin kurum dışı hizmetleri manevi danışmanlık ve rehberlik başlığı altında toplanmıştır. Manevi danışmanlık ve rehberliğin günümüzde gündeme gelmesinde din ve maneviyat kavramlarının yaşadığı anlam dönüşümü belirleyici unsur olmuştur. Bu dönüşüm başta Avrupa ve Amerika olmak üzere Batı’da ortaya çıkmış ve etkileri Türkiye’ye de yansımıştır. Ancak Türkiye’de var olan maneviyat algısı, buradaki dini ve kültürel zeminde kendine has bir şekilde varlığını sürdürmüştür. Batı ile Türkiye’deki maneviyat algısının benzeşen ve farklılaşan yönleri, bugünkü manevi danışmanlık ve rehberlik uygulamasının nasıl olması gerektiğine dair ipuçları vermektedir.
Kötülüklerden alıkoyan namaz, tam bir huşu ile okunanları tedebbür ederek; farzları, vacipleri, sünnetleri ile en güzel şekilde kılınan namazdır. Bu takdirde namaz mümine Allah’ı, O’nun azamet ve celalini, huzurunda durduğunu, gözetimi ve denetimi altında olduğunu hatırlatır. Bu bilinç onun âleminde haşyet duygusunu uyandırır, sözlerine ve davranışlarına yansır, hâlini ıslah eder. Nitekim namazın kötülüklerden alıkoymasının gerekçesi şöyle ifade edilmiştir: “Allah’ı zikretmek elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür.” (İbn Aşur, a.g.e. XX, 260.) Tercih edilen yoruma göre zikirden murat namazdır. Zira namaz, Kur’an’da zikir olarak da isimlendirilmiştir. (Cuma, 62/9.) Buna göre namaz ibadetlerin en büyüğüdür. Çünkü onda Allah’ı zikir vardır. İçerisinde zikir olduğu için namaz diğer ibadetlerden üstün tutulmuştur. Onun zikir ile isimlendirilmesi, iyilikleri tercih etme, kötülüklerden uzaklaşma noktasında zikrin temel bir esas olmasından dolayıdır. (Beydavi, Envaru’t-Tenzil, IV, 196.) Nitekim Yüce Allah, “Beni zikretmek için namaz kıl!” buyurmuştur. (Taha, 20/14.)
Yangınların her yeri yakıp kavurduğu o dehşetli günlerde bir itfaiye erinin sıcaktan bitap düşmüş kelebeğe elleriyle içirdiği su hepimizin kalbinde merhamet duygularını uyandırdı. Can taşıyan her varlığa şefkat ve muhabbet nazarıyla bakmak merhametin tezahürüdür. Kemal Sayar’ın deyimiyle merhamet, insanın içinde bir yerlerde sönmeye yüz tutan insanlık kandilini yeniden tutuşturan ve insanı en temel hâlde insanlığına geri çağıran bir duygudur. Yani insanı hakiki manada “insanlığı” ile buluşturur merhamet. Bir yudum suyla bile olsa başkasının acısını, ıstırabını dindirmek, bir yaraya merhem olmaktır merhamet.
Mutlu bir aile için “5-S” formülünden bahsedilir. Bunlar; sevgi, saygı, sabır, sorumluluk ve sadakat. Aile fertlerinin huzuru ve mutluluğu açısından bu sayılanlardan her birinin önemi olmakla birlikte sadakatin daha mühim bir konumu bulunmaktadır. Zira sadakat olmadığı zaman diğerlerinin de çok bir ehemmiyetinin kalmadığı görülmektedir. Örneğin eşler birbirini ne kadar severse sevsin günün birinde bir ihanet/aldatma durumunda aileyi ayakta tutmak için sevgi kâfi gelmeyebileceği gibi taraflar arasında saygı da kalmayacaktır. Dolayısıyla mutlu bir aile için olmazsa olmazların başında şüphesiz ki sadakat gelmektedir.
Ülkemizin güzide şairlerinden biri olan ve mukaddes beldeyi edebiyatımıza taşıyarak şiirimizi ümmetin derdiyle yoğuran Sezai Karakoç, Kudüs’ü “Gökte yapılıp yere indirilen şehir” olarak tanımlar. Bu söyleyiş, Kudüs hakkında yapılan tanımlamaları ve mülahazaları, bütün zamanları kapsayarak özetler gibidir. “Mukaddes Şehir”, “Barış Şehri”, “Doğruluk Şehri” gibi isimlerle de bilinen Kudüs, dünyanın en kadim şehirlerinden biridir. Pek çok peygamberin hayatından izler taşıyan bu kutlu şehir, insanlığın tarihî serüvenine tanıklık etmektedir.
Bu yazıda on dokuzuncu asrın sonu ve yirminci asrın ilk yarısında yaşayan Mehmet Akif Ersoy’dan bahsedeceğiz. Aslında o bize yabancı olan biri değildir. Aksine Akif, pek nadir millet büyüğüne nasip olacak şekilde halkımızın sevgi ve takdirlerini kazanmış seçkin bir kişidir. Özellikle İstiklal Marşı dolayısıyla toplumumuzda onu bilmeyen yoktur. Ancak bu yazıda Mehmet Akif’in farklı bir boyutundan, Kur’an’la olan dostluğundan bahsedeceğiz. Böylece hafızlığın ve Kur’an’a bağlılığın, insanı nasıl da yücelttiğini onun şahsında somut bir şekilde görmüş olacağız.
Mekkeli müşrikler, Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara yönelik saldırılarını iyice arttırınca Allah Resulü (s.a.s.), şehrin ileri gelenlerini İslam’a davet etmek ve desteklerini almak amacıyla Taif’e gitmişti. Ne var ki Taif halkı, hidayet mesajına kulak tıkamışlar; Hz. Peygamber’i ve yanında bulunan Zeyd b. Harise’yi taşlamışlar, yollara attıkları dikenlerle ayaklarını kan revan içinde bırakmışlar, pek çok ağır söz söyleyip hakaretler etmişlerdi. Bu elim hadiseden sonra Mekke’ye dönüşte karşısına çıkan Cebrail’in, Taif’in başına dağları geçirip ahalisini helak etme talebini geri çevirmiş; bu halde bile onların hidayetini düşünmüş ve onlara beddua etmemişti. (İbni Hişâm, Sîre, II/60-63). Ama gelin görün ki âlemlere rahmet olarak gönderilen ve hayatı boyunca bedduayı ağzına almamaya çalışan Hz. Peygamber (s.a.s.), söz konusu anne baba hakkı olunca meselenin ehemmiyetine vurgu yapmak, bu konuda ihmalkârlık yapılmasını önlemek adına şu ağır sözleri sarf etmişti:
Hz. Peygamber (s.a.s.) bir gün ashabıyla oturmuş sohbet ederken üzerinde hiç yolculuk emaresi olmayan, bembeyaz giyimli, simsiyah saçlı, hiç kimsenin tanımadığı birisi çıkageldi. Peygamberimizin yanına oturdu, dizlerini dizlerine değdirdi, İslam nedir ve iman nedir diye sorular sormaya başladı. Hz. Peygamber (s.a.s.), her bir sorusuna cevap verdikçe bu yabancı adamın “Doğru söyledin.” demesi sahabenin iyice garibine gitti. Hz. Peygamber (s.a.s.) “O Cebrail’di; size dininizi öğretmeye geldi.” diyerek kimliğini deşifre ettiği bu yabancı adamın sorduğu sorulardan birisi de “İhsan nedir?” idi. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu soruya verdiği cevap, bu zamana kadar ihsan kavramının en şümullü tanımı olup Müslümanların hayat felsefesini özetleyen bir mahiyet arz etmekteydi. Allah Resulü’nün bu soruya verdiği cevap şu şekildeydi: “İhsan, Allah’ı görüyormuşçasına O’na kulluk etmendir. Her ne kadar sen O’nu göremesen de O seni görmektedir.” (Buhari, İman, 36.)
"Güzel ahlakın en özlü tariflerinden birisidir: Kötü huylardan arınmak, iyi huylarla bezenmek. Aslında bu tarif başlı başına “iki adımda ahlak” olarak ifade edilebilecek bir ahlak felsefesi özetidir. Ahlaki olgunlaşma süreci insanın önce kötü davranış ve alışkanlıkları bırakmasını, ardından hayatın her alanına dair değerleri edinip benimsemesini öngörür. Bu sıralama, birey için olduğu gibi toplum için de aşağı yukarı böyledir. Peygamber Efendimizin (s.a.s.) siretinde gözlemlenen durum da aslında pek farklı değildi. Kötülüğün âdeta standart olduğu ve ahlaksızlığın ahlak, kanunsuzluğun da kanun hâline geldiği bir ortamda çirkinliklerden uzak durmakla ve güzel ahlakı aramakla başlamıştı her şey. Erdemi aramak için toplumdan kopan, toplumun oldukça uzağında kutsalla buluşan, elinde bir fazilet meşalesiyle topluma dönen ve toplumu bir bütün olarak ahlakın aydınlığına çağıran bir insanın hikâyesiydi siret.
"Her sene Mevlid-i Nebi Haftası’nı Efendimiz’e olan sevgi ve bağlılığımızı ifade etmek, onun sünnetini anlamak, anlatmak, hayatımızda canlı bir şekilde var etmek ve gelecek kuşaklara aktarmak amacıyla idrak ediyoruz. Bu vesileyle çeşitli programlar, etkinlikler yapıyoruz. Bu sene de yine pek çok etkinlik yapılacak Efendimiz’i anmak ve anlatmak için. Her ne kadar Covid-19 pandemisi sebebiyle bu programlar şartlar nispetinde online olarak yapılacak ve fiziki mekânlarda bir araya gelemeyecek olsak da gönüllerimiz bu online programlarla birbirine rapt olacak yine en sevgilinin sevgisi vesilesiyle…
Allah Resulü (s.a.s.), ashabını eğitmek ve bilgilendirmek için her fırsatı değerlendirir; hem dünyada hem de ahirette mutlu ve huzurlu olmanın yollarını onlara aktarmaya çalışırdı. Dikkatleri toplamak, meselenin ciddiyetine işaret etmek, konunun anlaşılmasını sağlamak gibi amaçlarla bazen onlara sorular sorar ve cevabını yine kendisi verirdi. O (s.a.s.), bir gün ashabıyla oturmuş sohbet ederken “Amellerinizin en hayırlısını, Allah katında en değerlisini altın ve gümüş dağıtmaktan daha hayırlı ve derecelerinizi daha yükselten, düşmanla karşılaşıp savaşmaktan daha hayırlı bir şeyi size haber vereyim mi?” diye sordu. Orada bulunan sahabe: “Evet, haber ver ey Allah’ın elçisi!” deyince Hz. Peygamber (s.a.s.): “Her zaman ve her zeminde Allah’ı devamlı hatırlayıp gündemde tutmaktır.” dedi. (Tirmizi, Deavât, 7.)
Hz. Eyyüb mal mülk sahibi, varlıklı, ailesi ve çocukları ile birlikte sağlık sıhhat içinde hayatını sürdürmektedir. Zamanla o, önce sahibi olduğu malları, sonra çocuklarını sonra da sağlığını kaybetmekle imtihan edilir. Karşılaştığı zorluklara karşı gösterdiği tavır, sabırlı bir insan örneği olarak tarihe geçmesini sağlar. Müfessirler Hz Eyyüb’ün başına gelenlerle ilgili güvenilir olmayan pek çok rivayet nakletmişlerdir. (Kasımi, Mehasinü’t-Tevil, VII, 214.) Ancak Kur’an onun durumunu mücmel olarak ifade etmiştir. İlgili ayetler, onun başına gelenleri nasıl anlamlandırdığına dair mesajlar içermektedir. Bunlardan birinde Allah’a teslimiyetinin, hastalık ve musibetlere sabrının ifadesi olarak dilinden şu dua dökülmüştür: “Şüphesiz ki ben derde uğradım. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin.” (Enbiya, 21/83.)
Kur’an’ın bazı ayetlerinde müminlerin doğru inanç ve davranışları örnek verilirken onların inkârcılarla karşılaştırılması istenmektedir. Bir tarafta kibir ve zorbalıkları, saldırgan tutumları öne çıkan kâfirler, diğer tarafta vakar ve tevazuları, barışçıl yaklaşımları ile öne çıkan müminler… İmanları, onları iffetli ve ahlaklı olmaya, başta hayat hakkı olmak üzere kul hakkına sebep olacak davranışlardan uzak durmaya sevk etmektedir. Mal ile olan ilişkileri inkâr ehlinin hilafına israf ve cimrilik arasında makul bir dengede seyretmektedir. Allah ile olan bağları samimi ve süreklidir. O’nun (c.c.) ayetleri kendilerine okunduğunda gönüllerini ilahi kelama açıp onu canla başla dinlemektedirler. (Furkan 25/63-73.) Allah’ın rahmet ve sevgisini kazanan bu kullar, sahip oldukları değerlerin tam olarak hayat bulması ve kendilerinden sonra da varlığının devamının aile kurumu ile mümkün olduğunu bildiklerinden, dillerinden şu duayı eksik etmemektedirler: “Onlar, ‘Ey Rabbimiz! Eşlerimizi ve çocuklarımızı bize göz aydınlığı kıl ve bizi Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder eyle’ diyenlerdir.” (Furkan, 25/74.)
Mekke müşrikleri Kâbe’yi ziyaret için gelenlerin su ve yemek ihtiyaçlarını karşılamaya, Kâbe’nin korunmasına, bakım ve onarım işlerini yerine getirmeye büyük önem veriyor ve bu işleri yürütmekle iftihar ediyorlardı. Ancak Kur’an bir taraftan Mescid-i Haram’ı imar ederken diğer taraftan putları ilah kabul edip onlara tapan müşriklerin imarının doğru ve geçerli bir imar olmadığını, onların yapıp ettikleri ile Mescid-i Haram’ın imarının gerçekleşmediğini ifade etmiştir. (9/17; Ebu’s- Suud, İrşadu Akli’s-Selim, IV, 51.) Zira camileri imar, maddi ve manevi olmak üzere iki türlüdür. Maddi imar, camileri bina etmek, onarmak, temizlik, tezyin, aydınlatma ve diğer ihtiyaçlarını gidermektir. Manevi imar ise camide ortağı olmayan Allah’a ibadet etmek suretiyle dinin şeairini ikame etmek, camiye bağlı olmak, oraya çokça gelmek ve caminin, fonksiyonlarını yerine getirmesini sağlamaktır. Bu yüzden başta Mescid-i Haram olmak üzere camilerin makbul olan imarını, ancak aşağıdaki özelliklere sahip olanların yerine getirebileceği şöyle ifade edilmiştir: “Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.” (Tevbe, 9/18.)
Kur’an’da hastalık, geçim darlığı gibi bir zorlukla karşılaşan, Rabbinden başına gelen bu zorluğu kaldırmasını isteyen bir insan karakterinden söz edilir. Rabbi kendisine afiyet verdiği, zorluğunu kolaylıkla değiştirdiğinde, bu kişi daha önce ettiği duayı terk etmekte; şeytana itaat, Allah’a isyan etmeye başlamaktadır. Ahireti umursamayan, bütün ilgi ve ihtimamını şu fani dünyaya yönelten ancak zorda kaldığı vakit kul olduğunu hatırlayan, bu yüzden de ilahi tehdide muhatap olan bu kişi ile (Zümer, 39/8.) samimi bir mümin arasında şöyle bir karşılaştırma yapılmaktadır: “Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir? (Resulüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.” (Zümer, 39/9.)
Yüce Allah müminleri kendi yolunda mücadele etmeye, bu yolda ilerlerken sabır ve namaz ile yardım istemeye davet etmektedir. Bu mücadele sırasında onların canlarından bile olmaları mümkündür; fakat o takdirde bu onların zayi oldukları anlamına gelmez. Nitekim Bedir Savaşı’nda müminlerden 14 kişi hayatını kaybetmişti. İnsanlar aralarında “Falan öldü, filan öldü.” diye konuşurlarken Kur’an böyle bir nitelemede bulunmaktan sakındırmış, onların diri olduklarını ifade etmişti. (Razi, Mefatihu’l-Ğayb, IV, 125.) Söz konusu ayet şöyledir: “Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz.” (Bakara, 2/154.)
En güzel şekilde yaratılan ve üstün vasıflarla donatılan insanı varlık âleminde önemli ve anlamlı kılan husus; onun insan, eşya ve yüce Allah ile ilişkisinde sorumluluk sahibi olmasıdır. İnsanın varoluş gayesinin esasını oluşturan bu duygu, hayatın tamamına bütünlüklü bir değerler dünyası içinde bakabilmeyi öğreterek insanın muhkem bir hayat felsefesi inşa etmesini sağlamaktadır. İnsanın hayatına anlam katan ve onu en üstün değere ulaştıran sorumluluk duygusu, dünya ve ahiret huzurunu temin eden en önemli haslettir. Söz konusu ideale ulaşmak ise, kişinin dinî ve sosyal hayatta yerine getirmekle yükümlü olduğu görevlerini bu temel ilke doğrultusunda bilinç, gayret ve özveriyle gerçekleştirmesiyle mümkündür. Nitekim tevhit inancının yerleşmesi, adaletin tesisi ve güzel ahlakın yaşanması için mücadele ederek insanlığın rehberi ve hakikat yolunun en büyük öğretmenleri olan peygamberler, söz ve davranışlarının dünya ve ahirete yönelik neticelerini tefekkür ve sorumluluğunu idrak eden bireyler yetiştirerek bir huzur toplumu oluşturma gayreti içerisinde olmuşlardır.
Modern hayatı eleştirsem de seviyorum. Elektriği, interneti, bulaşık ve çamaşır makinelerini seviyorum. Fakat doğadaki hayvanlara gelince durum değişiyor, kendimi onlara uzak hissediyorum. Kedi, köpek değil bahsettiğim, diğer canlılar. Onları görmek beni şaşırtıyor ve korkutuyor. Bir kirpi gördüğümde mesela, ona müzelikmiş gibi yaklaşıyorum. Böyle şeyler ancak müzelerde görülmeliymiş gibi. Oysa çocukluğum börtü böcek içinde geçti. Ne ki kolay alıştım modern hayatın konforuna. Kolay alışılıyor. Doğadan çabucak vazgeçebiliyoruz. “Doğayı geri püskürtme” deyimini kim kullanmıştı bilmiyorum ama modern hayat tam olarak bu, doğayı geri püskürtme ya da onu kontrol altına alma: İlaçlamalarla, parklarla, peyzajla… Doğanın aramızda kontrollü bir şekilde var olmasına izin veriyoruz. Bu doğada sırtlanlara, aslanlara, yılanlara yer yok. Böceklerin yaşamaması için de elimizden geleni yapıyoruz. Avcı, toplayıcı ve çiftçi atalarımızdan fazla uzaklaşmadık zaman çizelgesinde ama yaşam tarzımız ışık hızıyla uzaklaştı köylerden, tarlalardan. Artık ekip biçmek maksadıyla arsa sahibi olmuyoruz. Modern hayata bir beton daha yığmak için arsa sahibi oluyoruz. Beton âdeta mabedimiz oldu. Neden ahşap bir yapıya girdiğimde huzur ve sakinlik ve adını koyamadığım şeyler hissediyorum? Hala kopmadık doğadan. Bir yanımız park, bahçe, toprak arıyor bir yanımız betona yapışık. Ama doğanın o gür sesine dayanamıyoruz. Doğaya müzelikmiş gibi davranıyoruz. Bir müzeyi seyre gider gibi doğaya gidiyoruz. Bazen bilet alıyoruz hatta doğaya kavuşmak için. Bazı doğa parçalarını koruma altına alıyoruz. Biliyoruz ki koruma altına almazsak orası da betona dönüşecek. İnsan doğadan kopalı çok olmadı. Belgesellerle bu özlemi gidermeye çalışıyoruz. Bir aslana av olmamak için duyulan kaygı bitti mi peki? Hayır, yerine bir sürü yeni kaygılar geldi; modern hayat insanı kaygıdan ve korkudan kurtarmadı. İnsan doğada yaşarken stresli olmalı, her an bir yırtıcıyla karşılaşma tehlikesine karşı uyanık olmalı. Peki, modern insan bu stresten kurtulabildi mi? Diyebiliriz ki modern hayatta stres seviyemiz, doğada yaşayan insandan kat kat fazla. İş, trafik, ödemeler, çocukların geleceği… Hepsi birer stres ve kaygı kaynağı… Bir de varoluş kaygısı var. Doğadan uzaklaşmamız, bizi hayatta kalma kaygısından kurtardı ama hayatın anlamı da çekildi yaşamlarımızdan. Hayatta kalmak yetmiyor anlam bulmak için. “Ne için doğdum?”, “Hayat bu rutinden mi oluşuyor?”, “Ne işe yarıyorum?” gibi sorular insanın zihnini kurcalayıp duruyor.
Her gün söyleyecek bir cümlemiz, her an düşürecek bir gölgemiz var gençlere. Oysa yalnız sesimize ve gölgemize değil, sessizliğimiz ve aydınlığımıza da ihtiyaçları var onların. Çoğu kez susuyoruz ama bilinçli bir sessizlik değil bu. Cesaretimiz yok konuşmaya. Onlar için bir şeyler yapmayı değil, onlar hakkında bir şeyler düşünmeyi tercih ediyoruz. Aklımızdan neler neler geçiyor. Bir kayıp olarak görüyoruz bazen onları. Kaybettiklerinde yanlarında olup olmadığımızı hatırımıza getirmeden. Mesela şu cümleler geçiyor aklımızdan: Kimliğini kaybetti, daha kurumamıştı üstündeki mürekkep. Öğrenememişti henüz adını, harfler dağıldı. Kimlik bir anahtardı bütün kapıların önünde duraksamadan açıldığı. Kaybetti, bu yüzden dinmiyor öfkesi. Kimse bilmiyor ona yardım etmenin yolunu, dokunamıyorlar omzuna yaraları büyüyor. Artık onunla konuşamıyorlar, ne dediğini anlayamıyorlar. Yerini terk ediyor sevdikleri, bayramda harçlık vermiyorlar artık, orucunu satacak kimsesi yok. Yıldızları keşfetmek, onu keşfetmekten daha kolay. Bir yıldıza tercih edilmek büyütüyor yarasını. Bu yüzden artık göğe bakmıyor. Aniden karar veriyor büyüyünce ne olacağına, asla karar veremiyor bugün ne yapacağına. O yüzden canı sıkılıyor durmadan. Hiçbir şey oyalayamıyor onu. İçindeki kumbara bozukluklarla çınlamıyor. Kâğıt para istiyor; üstünde kimsenin taklit edemeyeceği bir resim olsun. Kimse onu olduğu gibi kabul edemiyor. Korkuyorlar değişen sesinden, farklılaşan görüntüsünden. Tutarsız olduğunu düşünüyorlar, elini tutup sarılmak kimsenin aklına gelmiyor. Bu yüzden düşüyor durmadan. Kendi başına ayakta durmazsa öleceğinden korkuyor. Yüzündeki yanardağları söndürecek bir ilaç yok. Aynaları sevmiyor. Elleri büyüyor, dokunduğu her şey aynı. Boyu uzuyor, ağaçların dallarına uzanmak artık alkışı hak etmiyor. Kimseye güvenmiyor, kimse ona güvenmiyor. Çocuk değilsin, büyü artık, diyorlar. Çocukluğuyla arasında bir uçurum beliriyor, öteki ucunda yetişkin olmak. Bastığı yeri tanımlayamıyor. Kime yakın, kimin yakını olduğunu kestiremiyor. Hiçbir yere ait olmamakla övünürken ayaklarını saklıyor. Kimliğine değil, yırtılan parçalarına rastlıyor. Dikecek iğnesi yok, ipi yok bir arada tutacak. Yeni bir isim uydurdu kendine, kulağına üfleneni artık hatırlamıyor. Özel biri olmayacaksa kim olduğunun bir önemi yok. Saldırgan olmayı uyumlu olmaktan daha değerli buluyor. Arkasında keskin izler bırakmayacaksa yürümenin ne anlamı var. Yeni yollar ararken durmadan kayboluyor, bu yaşta yorgunluğunun tarifi yok!
Kafama takıldı hocam, Allah neden Kur’an’da kendisini övüyor ya da bizim övmemizi istiyor? Hâlbuki övmek ve övünmek insanlar arasında iyi görülmez. Övünen insana da iyi gözle bakılmaz. İnsanlar arasında durum buyken neden Allah kendisinin övülmesini istiyor? Hem ilginç hem de “Daha nelerle karşılaşacağız?” dedirten bir soru. Bu soruyu soran, ya işin dalgasında ya önyargılı ya da armutla elmayı birbirine karıştırmış. Ama neticede dolaşımda olan bir soru. Her ne kadar bazıları için dediğiniz geçerli olsa bile bir kısım saf zihinler bu sorulardan etkileniyor. Eh yani, sen de haklısın. Zaten bu soruyu soranların çoğu cevabını merak ettiğinden ya da kafasına takıldığından değil, kafa bulmak veya zihin bulandırmak için soruyor. Hatta bu tipler bırakın cevabı merak etmeyi, verilen cevabı okuma ve anlama zahmetine bile girmezler, düşünme dürüstlüğü göstermezler.
"Bedî’ ismi, örneği ve benzeri bulunmayan bir şeyi icat etmek, ilk olmak, eşsiz ve benzersiz olmak manasındaki bed’ kökünden türemiştir. Rabbimizin ismi olarak, eşsiz bir sanatla, önceden var olan bir malzemeye ihtiyaç duymadan, yoktan var eden demektir. Elmalılı merhumun işaret ettiği gibi buradaki benzersizlik, bir kanun ve mukayeseye, bir formül ve kurala başvurulmadan ilk misalin onunla başlaması demektir. Bu ismin tezahürü ile varlık meydanına çıkan her ne ise ilk örnek, ilk modeldir. Benzerlik ve türdeşlik gibi dayanaklarla üretilen kanunlar ondan sonra husule gelir. Âlimlerimiz Bedî’ isminin Yaratana sıfat olduğu gibi yaratılana da sıfat olabileceği konusunu tartışmışlardır. Mahlûkatın sıfatı olması durumunda mana eşsiz ve benzersiz yaratılan demek olur. Ayrıca ilk yaratma nasıl eşsiz benzersizse sonradan devam eden her yaratma da eşsiz benzersizdir. Birbirinin tamamen aynı olan iki varlık yoktur.
Tarih, en yalın tanımıyla bir bilimdir. Bir bilim olarak tarihin çalışma sahası insan topluluklarının bütün faaliyetlerini, geçirdikleri gelişmeleri ve aralarında geçen olayları yer ve zaman göstererek sebep-sonuç ilişkisi içinde, belgelere dayanmak suretiyle araştırmak ve günümüze nakletmektir. İşte tarihin bilimsel nesnelliğinin en zayıf yanı tam da burada başlar. Çünkü tekrarlanabilme ve deney yapılabilme özelliklerinden yoksun olan tarihî olaylar ancak belgeler üzerinden tarihçinin kişisel tutumuna bağlı olarak aktarılabilir. Peki, tarihçi geçmişte yaşanmış olaylar arasındaki ilişkileri dikkate alarak onları yorumlarken ne kadar nesnel olabilir? Bu çok zordur. Zira tarihçinin yaşadığı zaman ve coğrafya, bağlı bulunduğu kültür ve ideoloji olayların dolaysız aktarımını etkiler. Buraya kadar bahsedilen durum, tarih biliminin bilim olarak kendi yapısı ile ilgilidir ama art niyet içermeyen ve kendiliğinden ortaya çıkan bir durumdur. Tarihin bir bilim olarak yukarıda ifade edilen bu yönü, sistemli kötü kullanımlara da yol açmıştır. Modernizm öncesi kendiliğinden oluşan bu durum, modern Avrupa’nın oluşumuyla birlikte daha amaçlı ve sistemli bir hâle gelmiştir. Bunun temelinde Coğrafi Keşifler sonrası dünyaya yayılma ve bu yayılımı tarihî temellere dayandırma amacı yatmaktadır. Avrupa ülkelerinin diğer milletler üzerinde gelişmiş silah ve teknoloji üstünlüğüyle kurduğu sömürgeci hakimiyetin uzun soluklu olması ancak tarih bilimi istismar edilerek sağlanabilmiştir. XVI. yüzyılda Avrupa’nın diğer kıtalar üzerinde kurmaya başladığı sömürgeci yapılar II. Dünya Savaşı’ndan sonra sonlanmıştır. Buna rağmen bu ülkelerde eğitim yoluyla tarih yeniden inşa edilmiş; böylece sömürgeci düzen, sömürülen ülke insanlarının zihinlerinde sürdürülebilmiştir. Bu noktada sömürülen ülkelerin başta “aydın” zümresi olmak üzere her kesiminde üstün ve ilerlemiş Avrupa algısı oluşturulmuştur. Bu projeye “Eurocentrism” yani “Avrupamerkezcilik” demek yerinde olur.
İnsan, zaman denen nehrin içinde bir sandaldı. Su akar, insan o küçük sandalın kıvraklığında yolunu bulur, akar akardı… Su hep gür hep berrak değildi ama o an için önemli olan sadece akmaktı… Zaman denen su önce yavaş, sonra hızlıca azaldı. “Hızlıca” olması azalmak için olunca, bir tuhaftı… Öne doğru akmaya alışık olan insan için durma hâli, unutulmuş bir hâldi ve çoğu insan için durmak, “gerilemek” demekti. Durmamak gerektiği, insana dört koldan tembihlenirdi. Durmak tek başına anlamsız ve amaçsız elbette hoş bir şey değildi. Ünlü hekim Razi, insan sağlığını bedenen ve ruhen incelediği araştırmaları sonucunda “Meşguliyetten daha iyi bir tedavi yoktur...” (E. B. Razi, (2004). Ruh Sağlığı (Et-Tıbbu’r-Ruhani). Çev. Hüseyin Karaman, İz Yay., İstanbul.) demişti. Çünkü insan amaç arayan, o amaca bir anlamla giden bir varlık olarak yaratılmıştı. Meşguliyet edinmek, üretmek demekti, İnsan suyun yani zamanın akışına tekrar katılıyor. Kur’an’ı Kerim’de de “bir işten yorulduğunda diğerine koyul” (İnşirah, 94/7.) buyrulmuştu. Ama dikkatler celbedilirse; önce bir işten yorulmak ve sonrasında işin bir öncekinden farklılığına da vurgu yapılarak “diğerine koyul” deniyordu. “Bir işi bitirir bitirmez ya da bitirmeden aynı anda beş işi birlikte yürüt.” şeklinde bir anlam çıkması mümkün değildi. Zamanın akışı karantina günleriyle birlikte azaldı. Süzüle süzüle gelen zaman kimi insanların yaşamında pastoral bir tablo gibi pencerelerde dondu. Pencereden bir hayat başladı. Sabah güneşinin doğuşunu, öğlenin parlaklığını, akşam güneşinin kırılarak odaya yansıyan huzmelerini seyretmeyeli uzun zaman olduğunu yine bizzat bize tabiat hatırlattı. İslam âlimleri insanı incelerken, can taşıyanlar içinde bir sınıflandırmayla ele aldı. Can taşımak ruh taşımaktı. Ruh taşımak beden denen toprağa bu dünyadan olmayan bir nurun/tohumun ekilmesiydi. Her can, kendi bedeninde açmış bir çiçekti. Baharın gelişini bayramla karşılayan insan için bu kez öyle olmadı. Bahar geldi yine, dallar çiçeklendi, çayırlar yeşillendi, kuşlar repertuvarını gözden geçirdi. İslam düşünürlerinin canlılar sınıflamasında bulunan bitkisel ruh, yani bitkiler âlemi, tabiat kendi çiçeklerini açtı baharına geçti. İnsanlar ilk defa bu bahar evlerine çekildi. Bu birçok insana bir ceza gibi geldi. Evet, bu karantina günleri acı veren bir ayrılık oldu. Ama ayrılık, birleşmek ve kavuşmayla çift bir kelime olarak var oldu. Ceza, acı ileyse ödül merhametle yazıldı. Her ikisi de hayatın düzeninde birlikte haşrolundu. Her şerde bir hayır; her hayırda bir şer olması, dermanın dertle yan yana verilmesi Allah’tan gelen bir lütuf bazen çözülmesi gereken eğitici bir bulmaca oldu.
Mahlûkatın en şereflisi olarak yaratılan insanın varoluş gayesi, yüce Allah’ın gönderdiği vahyin rehberliğinde bir hayat yaşaması ve yeryüzünün imar ve ıslahı için gayret göstermesidir. Kulun bu inanç ve bilinçle Rabbine itaat ve teslimiyet içinde olduğunu gösteren önemli sembollerden birisi de namaz ibadetidir. Namaz, kudreti her şeyi kuşatan Cenab-ı Hakk’a yönelik mümindeki derin duyguyu ifade eden ve canlı tutan eşsiz bir ibadettir. İnsanın fıtratında var olan yüce bir varlığa inanma, güvenme ve sığınma ihtiyacını karşılayan büyük bir nimettir. Dolayısıyla namaz, sınırlı bir varlık olan insanın; Allah’ı her şeyin yegâne yaratıcısı kabul ettiğinin, O’nun tüm buyruklarını titizlikle dikkate aldığının ve O’nu her şeyden çok sevip tazim ettiğinin en bariz göstergesidir. Diğer taraftan namaz, kâinatta her şeyin kendi lisanında Hakk’ı tespih ettiği ilahi hakikatinin bilincinde olarak, insanın zikredilen şehrâyin havasına katılmasının, idrakinin ve gönül menfezlerinin açılmasının en güzel vesilesidir.
“Arınan ve Rabbinin adını anıp, namaz kılan kimse mutlaka kurtuluşa erer.” (A’lâ, 87/14-15) Yüce Yaratan’a ibadet etmek, O’na kulluk etmek ve niyazda bulunmak denilince namaz, ilk akla gelen ibadettir. Zira namazın Arap dilindeki karşılığı olan “salat”a sözlükler dua edip bağışlanma dileme, yalvarma ile rükû ve secdede bulunma manasını yüklerler. Gönül, dil ve bedenle kılınır namaz! Bilinç yüklü bir kulluk vazifesidir namaz. Kalpten başlayıp dilde kıraat ve dua, bedende kıyam, rükû ve secdeyle kendini gösterir. Bu nedenle “tekbirle başlayıp, selamla sona eren, belli hareketlerin yapılması ve sözlerin telaffuzundan ibaret bedenî bir ibadet” şeklindeki tanım, namazın görünen yüzünü ifade eder sadece. Son asrın önemli müfessirlerinden merhum Elmalılı Hamdi Yazır’ın yaptığı tarif ise işte bu eksik yönü tamamlar: “Peygamberimizin uyguladığı şekilde yerine getirilen, kalp, dil ve bedenle birlikte yapılan bir ibadettir. (Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili, 1/190-191.)
Dinî bir kavram olarak ibadet, genel olarak insanın Allah’a saygı, sevgi ve itaatini göstermek, O’nun hoşnutluğunu kazanmak için ortaya koyduğu tutum ve davranışlara denir. Bir başka ifadeyle ibadet, sevgi, saygı, itaat ve tazimin en yüksek anlamda beden, dil ve kalple ifade edilme şeklidir. İnanç ve inanmak sübjektif bir yaşayış olduğu halde ibadet bu inancın objektifleşerek görünür hâle gelmesidir. İbadetler, kişinin dinî inancının gereği olarak inandığı, güvendiği, sığındığı yüce varlığa bağlanışını, yönelişini, bahşettiği nimetler karşısındaki sevinç, minnet ve şükran duygularını ifade ettiği birtakım belirli ve özel davranışlardır. Bu davranışlar namaz, oruç gibi bedensel; zekât, sadaka ve kurban gibi ekonomik; hac ve umre gibi hem bedensel hem de ekonomik güç ve imkânlarla ilgili olabilir. Bütün bu sayılan ibadetlerin esas amacı Allah’a yaklaşmak, O’nu tanımak, O’nun rızasını kazanmaktır. Rudolf Otto tarafından “Kutsalın tecrübesi” olarak tanımlanan dinde, tanımından da anlaşılacağı üzere inançla ibadet arasında sıkı bir ilişki mevcuttur. İnanan bir kişi inandığını dışarıya yansıtmak, inandığını her hâl ve hareketinde yaşamak ya da inandığı gibi davranış kalıpları geliştirmek ister. Böyle davranmakla kendi öz gelişimini takviye etme, kişiliğini bulma ve geliştirme sürecine girmiş olur.
Tabii afetler birtakım fiziki sebeplerin etkin olduğu ilahi kevni ayetlerin birer yansımasıdır. Ortaya çıkmaları yeryüzünde/evrende devam edegelen etkileşimin birer sonucu olmakla birlikte, insanın yeryüzündeki bozguncu (fesadi) davranışlarının sebep olucu ya da hızlandırıcı etkisine de maruz kalabilirler. (Rum, 30/41.) Temel soru şudur: Kevni kanunlara karşı gelerek tabii afetlere sebebiyet verebilen insan acaba ilahi kanunlara karşı gelerek de aynı şeye sebebiyet verebilir mi? Yani isyan ve günahlar sebebi ile tabii afetler -dünyada uygulanan- ilahi birer ceza olarak gerçekleşir mi?
İzmir depreminde Elif ve Ayda bebeklerin kum ve moloz yığınlarının altından sağ salim kurtarılma anlarında yüreklerimiz coştu, gözlerimiz doldu. Hayata mucize eseri yeniden tutunan bebeklerimiz kahraman kurtarıcılarının insanüstü gayretleriyle günışığına kavuştular ve aramıza döndüler. Zifiri karanlığın bağrında, tonlarca molozun altında dört gün boyunca açlığa ve susuzluğa direnen, uzatılan ilk eli başparmağından sıkıca kavrayan Ayda bebeğin köfte ekmek isteyişi, eminim ki 2020’nin en saf, en masum isteği olarak kulaklarımızda hep çınlayacaktır. Diğer taraftan Ayda bebek anneciğini ne yazık ki bir daha göremeyecek, çünkü tüm sadelik, yalınlık ve soğukluğu ile aralarına giren ölüm onları birbirinden kopardı. Depremde vefat eden Ayda’nın annesine ve bütün kardeşlerimize Allah rahmetiyle muamele eylesin.
Bütün ibadetlerin özü Allah’ı zikir olduğu gibi gayesi de O’nu anmak ve hatırlamaktır. Hak Teâlâ yüce kitabını bizzat zikir olarak isimlendirir. (Hicr, 15/9.) “La ilahe illallah” kelime-i tehvidi hem imanın ikrarı hem de zikrin kendisidir. Namazı, O’nu zikretmek, anmak için kılmamızı ister. (Taha, 20/14.) Namazı ve zekâtı zikirle birlikte emreder. (Nur, 24/37.) Oruçlu bir bakıma orucuyla zikir hâlindedir ve hacdan maksat da Allah’ın evini ziyaret edip onu anmak değil midir? Zikir bir ibadettir ancak onu diğer ibadetlerden ayıran onun için bir şekil, mekân ve zamanın tahsis edilmemesi, herhangi bir sayıyla tahdit edilmemesidir. Her zaman, her yerde, her hâlde sayısızca yapılabilir bir ibadettir. Bu sebeple “Allah’ı anmak, en büyük ibadet” (Ankebut, 29/45.) olarak tarif edilir Kur’an-ı Kerim’de.
İnsan, beden ve ruhtan oluşan, âlemin özü ve özeti bir varlıktır. Onun maddi, cismani yanını bedeni oluştururken manevi tarafını da ruhu oluşturur. İnsan ilahi nefha taşır. Yüce Allah, ayet-i kerimelerde insanın yaratılmasındaki süreçlerden söz eder. Yaratılma sürecinde insanı belli bir kıvama getirdikten sonra ona kendi öz ruhundan üflediğini belirtir. Madde ve manadan oluşan insan, maddi yanı olan bedenini korumak, sağlıklı yaşamak ve hayatta kalabilmek için helal, temiz gıdalarla yeterli beslenmek zorundadır. Gereken besinleri almazsa ve sağlığına dikkat etmezse vücudu zayıflar ve güçsüz düşerek hastalanır. Vücudun, midenin gıdası maddi gıda ve yiyecekler ise ruhunun gıdası da maneviyattır. Maddi, cismani gıdalar insanı doyurmaya, tatmine yeterli değildir. Çünkü ruh; maddi, cismani değildir, manevidir. Ruhi yönünü iman, ibadet, güzel ahlak ve kemalat ile beslemek zorundadır. İnsanın ruh sağlığına sahip olması onun için hayati bir önem arz eder. Maneviyat noksanlığı ruhu aç bırakır.
“Sevdiğiniz işi yaparsanız bir gün bile çalışmış sayılmazsınız.” Konfüçyüs Tükenmişlik en basit tanımıyla kişinin iş hayatını sürdürmesi için gerekli olan enerjinin bitmesi ve tekrar enerji yükleyebileceği bir istasyona ulaşamamasıdır. Tükenmişlik, kişinin mesleği gereği karşılaştığı insanlara karşı duyarsızlaşması, duygusal yönden başarısız hissetmesi olarak kendini gösteren bir sendromdur. Tükenmişlik her meslekte görülmekle birlikte özellikle insan hayatına doğrudan ya da dolaylı olarak dokunan, şefkat, özen ve empati kurma becerisi gerektiren sağlık, eğitim, sosyal yardım hizmet alanlarındaki mesleklerde çalışanlarda daha sık görülmektedir. Bilhassa yoğun çalışma koşullarında ortaya çıkan tükenmişlik; çalışanları duygusal, fiziksel ve zihinsel açıdan zorlamaktadır. Tükenmişlik; duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve kişisel başarıda düşme olmak üzere üç boyutludur.
Annem, Selviler Mahallesi’ne gideceğimiz günler bir kuş gibi gülerek uyanırdı. O sabah da cıvıltısını etrafa cömertçe saçarak kalktı. Babamın yemeklerini erkenden hazırladı. Tencerenin birini tel dolabına, diğerini kuzinenin üstüne koydu. Babama iyice tembih etti: Bu yahni, bu madımak. Soba sönerse fırınında kurumuş odunlar var. Isıtmadan yeme. O anda, bir kadını en çok güzelleştirenin anaçlık duygusu olduğunu düşündüm. “Tamam, tamam,” dedi babam bana göz kırparak. Yemekleri soğuk soğuk yiyeceğini hepimiz biliyorduk. Annem, uzun bir sefere çıkacakmış gibi kendisi yokken evin işleyişini sağlayacak diğer işleri de tamamladı. Çeşmeden su getirerek evdeki bütün kovaları doldurdu; tavukların yemine, suyuna baktı. Köyümüzde henüz elektriğin olmadığı yıllardı. Kış gecelerinin daha da uzun olduğu zamanlarda insanlar ya birine gider ya da birileri onlara gelirdi. Bizim de geceleri, yakın komşu ve akrabalara gezmelerimiz olurdu. Ama annemle Selviler Mahallesi’ne gidişlerimiz bunlardan farklıydı. Annem, köyden biraz ayrı olan bu mahalleye belli aralıklarla yaptığımız gezileri önceden planlardı. Gündüz vakitlice gider ve hatırı sayılır bir zaman kalırdık. Annemin, çocukluk ve gençlik yıllarının mahallesiydi Selviler. Üç dayım ve iki teyzem hâlâ orada yaşıyordu. Aynı evde aynı yoksulluğa doymuş kardeşler… Bütün bir mahalle, evi gibiydi. Ailemin son çocuğuydum. Abilerim ve ablalarım büyüyüp kendi hayatlarına yürüdükten sonra doğmuşum.
Yazmak aslında bir konuşma biçimidir. Ama konuşmaktan farklı olarak uzun bir dikkat, çaba ve adanmışlık gerektirir. Çünkü kayıt altına alınmış sözün, sahibine olduğu kadar muhatabına karşı da gittikçe artan bir sorumluluğu vardır. Bazı insanlar için yazmak, kaçınılması imkânsız bir sonuçtur. Kader, bütün rayları onlar yazabilsin diye itinayla döşer, çocukluğun ve çevresel etkenlerin art arda vuran dalgaları onları yazının kıyısına sürükler. Yaşadıkları, yaşamadıkları, gördükleri, görmedikleri her şey bu gayeye hizmet eder. Sonuçta kişi elinde kalemi, daktilosu veya klavyesiyle bir yolculuğun içinde bulur kendini. Gerisi ona kalmıştır. Dağlara mı çıkacak, kentlerde mi yaşayacak, emniyetli yerlerde mi vakit harcayacak, uçurum kenarlarını mı yoklayacak, bütün bunlar artık onun bileceği bir iştir.
1. Ömür dediğin… Hayalden ibaret. 2. Şimdi orada olsaydım dediğiniz yer… Çameli/Denizli; doğduğum yer. 3. Hayatınızda "Bu benim kırılma noktam" diyebileceğiniz bir ânınız… Otuz yıl kadar önce bir gerçek dostumun yardımıyla tevbe etmiştim; işte o benim için cidden bir kırılma noktasıdır. 4. Mevsimlerden hangisi? İlkbahar. 5. Tarihte bir olaya şahitlik etme imkânınız olsa, hangi olayı seçerdiniz? Selman-ı Farisi, Hazreti Peygamber'in huzuruna geldiğinde orada olmak isterdim. 6. Cevabını çok merak ettiğiniz bir soru… Son anda hâlim ne olacak? Lütfen burada dua edin bana, "güzel son" için. 7. Kederlendiğinizde yaptığınız şey… Sessiz kalıp önce ağlamak ve sonra dua etmek. 8. Özledikçe okuduğunuz bir kitap… "Nabi Divanı".
"Adalet, merhamet ve yönetim kavramlarının ustalıkla nakış nakış işlendiği örgüdür siyasetnameler… Arapça “siyaset” ve Farsça “mektup”, risale anlamına gelen “name” kelimelerinden türetilmiştir. Geçmişten günümüze her dönemde, yöneticilerden adil ve merhametli olmaları beklenmiştir. Kimi zaman adaletli yöneticiler ve yönetimler halkı memnun ve mutlu etmişken kimi zaman zulüm kol gezmiştir. Bu bağlamda ilim ve devlet adamları yöneticilere, iyi bir hükümdarın nasıl olması gerektiği hakkında tavsiyelerde bulunmuşlardır. Böylece devlet yönetimi ile ilgili öğütler vermek amacıyla siyasetname geleneği oluşmuştur. Siyasetname denilince akla ilk gelen isim ise şüphesiz Nizamülmülk’tür.
"Abbas Yolcu “Şule” mahlası ile şiirler yazmış olan Abbas Hoca, şairliği kadar zenginliği ve gezginliği ile de meşhur biriymiş. Azerbaycan ve İran’ın pek çok yerini gezmiş; Hindistan’ı, Arabistan’ı, Mısır’ı ve Kafkasya’yı görmüş. Gittiği her yerde, tatlı dili, hoş sohbetiyle çok sevilirmiş. Bu nedenle, her nereye gitse “Aman gitme, biraz daha kal.” diye ısrarla karşılaşırmış. Buna karşılık Abbas Hoca, “Yok efendiler, Allah razı olsun. Yolcudur Abbas, bağlasan durmaz.” der ve heybesini omuzladığı gibi başka bir memlekete gitmek üzere yola koyulurmuş.
Kolektif kotuluk ve kuresel sorunlarla mucadele etmek zorunda kalan gunumuz insanı bir yandan da yalnızlıktan muzdarip. Tum iletişim imkanlarına rağmen sahici olmayan, derinliği bulunmayan dostluklar, tanıdıklıktan oteye gidemeyen arkadaşlıklar, kopma noktasına gelen akrabalık ve aile ilişkileri ile ayakta kalmaya calışıyor. Dunyanın bir kısmı icin açlık hala olum sebebi iken diğer kısmında insanlar tokluğun verdiği sıkıntılarla mucadele etmek zorundalar. Bir yandan dunya kaynaklarına tamahkarca hakim olma isteğiyle acılan savaşlar, diğer yandan kendi ülkelerinin kaynaklarına, kendi yaşam haklarınadahi sahip olamayan insanlar,oldurulen cocuklar, zorunlu gocler…Neredeyse kutsallaştırılan genclik ve guzellik algısı ile metalaşanve metalaştıkca değersizleşen insan bedenine ilavetenrobotlaşmaya ve robotlara teslim edilmeye hazır olunan insanzihni… Guclunun haklı olduğu ikiyuzlu dunya siyaseti… İciboşaltılan, tahrip edilen eğerler ve Yaradan’dan kopartılandayanaksız insan… Tum bunların yureğinde, vicdanında veruhunda derin yaralar acmakta olduğu insan icin artık sadecebeden sağlığını değil ruh ve akıl sağlığını da korumak hayli zor. Cağımızın yeni insanının bu kadar kotuluğe karşı tek başınamucadele edebilmesi de neredeyse imkansız. Ancak iyilik yolunda atılacak ortak adımlar ve bu adımların uzerine bina edileceği sağlam bir değer birlikteliği bu mucadeleyi guclu kılacak. Her bir ferdin tek tek sorumluluk alacağı ve “Ben ne yapabilirim?” diyeceği bir birliktelik… Ve şahsi emellerden vazgeçiş ile tam bir dayanışma ruhu ile… Kadını erkeği, yaşlısı ve genci ile… Dayanışma ve Yardımlaşma Ruhu İnsanlık, Hz. Adem’den bu yana kotulukle iyiliğin, hak ile batılın mucadelesine şahitlik ediyor.
“Erkek olsun, kadın olsun her kim iman etmiş olarak dünya ve ahiret için yararlı iyi işler yaparsa işte onlar da cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar.” (Nisâ, 4/124) Hucurât suresi 13. ayette bir erkek ve dişiden yarattığı insanlar arasındaki farkın Allah’a yakınlık ve O’nun kurallarını benimsemekle ilgili olduğunu bildiren yüce Allah, Nisa suresi 124. ayette de kadın ve erkeği, iman ve salih amel ortak paydasında bütünlemiştir. Ayet, Allah’ın kullarını cinsiyetleriyle değil “yaratıcıya iman ve bunun somut göstergesi olan güzel işler” üzerinden değerlendirdiğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. İnsana değer katan, kendi iradesiyle ortaya koyduğu fiilleridir. Ayette geçen salih amel kavramı, kulun Rabbi ile ilişkisindeki itaatidir (İbn Abbas, Tenvîru’l Mikbâs, 106) ve bunun karşılığı cennettir. Üstelik hiç kimse bu konuda zulme uğramayacaktır. Zulmün en az hâlini ifade eden nekîr kelimesi hurma çekirdeğindeki çizgi anlamında olup Allah’ın, kullarının hakkını en ince detayına kadar gözeteceğine işaret etmektedir.
1976 yılında Sivas’ta doğdu. Sivas İmam Hatip Lisesini bitirdikten sonra 2000 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesini tamamladı. 2012 yılında İlahiyat Ön Lisans eğitimini, 2017 yılında Sosyoloji Uzaktan Eğitim Programını bitirdi. Türgev Cerrahpaşa Yükseköğretim Kız Yurdu Müdürlüğü ve Millî Eğitim Bakanlığında öğretmenlik görevlerinde bulundu. TDV Ankara Yükseköğretim Yurdunda kurucu müdürlük yaptı. TDV Yurtlar DE-Kİ dergisi editörlüğünde bulundu. Çeşitli dergilerde seyahat, tarih ve edebiyat yazılar kaleme aldı. 2007’de Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü projesi kapsamında “Şeriye Sicil Okumaları” grubunda görev aldı. 2019 Riccon Academy-Ademer Eğitim/ LİFE COACHİNG Eğitimini tamamladı. Evli ve iki çocuk annesi olan Fatma Haral Efe, 2020 yılında TDV Kadın Aile ve Gençlik Hizmetleri Müdürlüğü görevine getirildi.
Beni örtün, diye korku ve telaşla döndüğü Hira Dağı’ndan, belki de o an yeryüzündeki en güvendiği insana, Hatice’sine sığınmıştı Allah Resulü (s.a.s.)… O müstesna eş de hiç sorgu sual etmeden onun isteğini yerine getirmiş, sımsıkı örtmüştü tir tir titreyen bedenini sevgili eşinin… Nihayet biraz sakinleşip yerinden doğrulduğunda Hira’da yaşadığı olağanüstü durumu anlatıp başına gelenlerin iyi mi yoksa kötü bir şey mi olduğunu sorgularken o vefalı eş şöyle demişti “Ey amcam oğlu böyle konuşma, korku ve endişe duymana sebep yok, üzülme, Allah’a yemin ederim ki o senin gibi bir kulunu asla utandırmaz. Çünkü sen sözün doğrusunu söylersin, emanete riayet edersin, akrabana yakınlık gösterirsin, komşularına nazik ve müşfik davranırsın, fakirlere yardım elini uzatırsın, evinin kapılarını gariplere açar onları misafir edersin.
"Ev dediğin evrendir, ucu dönmez kervandır! Yeni tanıştığınız bir kişi hakkında fikir sahibi olmak istiyorsanız “Evini ziyaret edin.” der büyükler. Evlerimizin dekoru, düzeni, eşyaları, temizliği ruhumuzun mekâna yansımasıdır çünkü. İnancımız, ahlakımız, karakterimiz ve psikolojik sağlığımız yaşadığımız evin ortamında mayalanır. Kur’an-ı Kerim’de “mesken” ismi ile “huzura erme ve dinlenme yeri” olarak tanıtılır evlerimiz. (Nahl, 16/80.) Sadece yeme içme ve barınma ihtiyaçlarımızı karşıladığımız mekânlar değildir bu yüzden. İnsanın sükunete erdiği, huzur bulduğu yer demektir “mesken.” Huzurun, mutluluğun mekân kılığına girmiş hâlidir âdeta. Türkçemizde de evren kelimesinin kökünde yer alır “ev” kelimesi. Evrenimizin merkezini evimiz oluştururken, evlerimiz de evrenimizdir.
Duygusallıkta fakirleşmiş bir dünyanın misafirleri olarak her geçen gün toplumda, ailede, evliliklerde ve dostluklarda iletişim ve sevgi temelli bozulmalara şahit olmaktayız. Yaşanan bu sosyal problemlerin temelinde ise genelde sevgi dilinin eksikliği karşımıza çıkıyor. Kafası eğitilirken kalbi ihmal edilen neslin; kendisine, ailesine ve insanlığa birçok olumsuz yaşantı olarak geri döndüğünü her geçen gün ekranlardan izliyoruz. Sevgisiz büyütülen çocukların açtığı yaralar, sadece yetiştikleri aileyi etkilemiyor; dokunduğu her yeri yakıp yıkabiliyor. Sevgi yetimi ve şefkat öksüzü olarak yetişen bu çocuklar, mutsuz bir toplumun oluşmasına da zemin hazırlıyorlar. Dünyada açlıktan ölenlerin varlığı hepimizi rahatsız eder ama sevgisizlikten ruhları ölenler, kendilerinden topluma bir zarar gelene kadar pek dikkatimizi çekmez. Hâlbuki insanlık dünyasında, manevi yangınlarda ilk kurtarılacak değerler yüreklerdir. Çok odalı evlerle gövdeleri ile birlikte gönülleri de bizlerden ayrılan çocuklarımızın ruhlarının sevgiyle doyurulmaya ihtiyacı var. Burada, toplumun üstüne sinen şiddet, vurdumduymazlık zehrinin panzehiri olarak, sevgi eğitimini merkeze alan bir zihniyetin oluşumuna gereksinim duyuyoruz.
"Vakıf, çeşitli şekillerde tarif edilmiştir. Genel bir tanıma göre vakıf, bir mülkün menfaatini halka tahsis edip Allah’ın mülkü hükmünde olmak üzere temlik ve temellükten menedilmesi, yani şahıs malı haline getirilmesinin yasaklanmasıdır. Buna göre vakıf, menfaati kullara ait olmak üzere bir malı kendi mülkünden çıkararak Allah yolunda tahsis etmektir. Bu, bir malın/varlığın ölümsüzleştirilmesi anlamına da gelmektedir; çünkü vakıf hukukunun bir özelliği de bir malın geçici olarak değil ebedi olarak vakfedilmesini icap ettirmektedir. Bilindiği gibi İslam hukuk normları, vakıfların meşru olan şartlarına riayeti zorunlu saymış ve bunu, “şart-ı vâkıf nass-ı Şâri’ gibidir” ifadesiyle formüle etmiştir. Mer’î yasalar da İslam hukukunun vakıflara ilişkin kaideleri çerçevesinde oluşturulan vakfiyelerde öngörülen şartlara riayeti öngörmektedir. Tanımlardan vakıf kurumlarının dinî niteliğinin öne çıktığı rahatlıkla anlaşılmaktadır. Tanımdaki “Allah’ın mülkü hükmünde olma” ifadesi, hem “temlik ve temellükten” men edildiğini belirtmekte hem de bu vakfın Allah rızası için yapıldığını ifade etmektedir. O mülkün artık satılması ve satın alınması imkân dışıdır.
"Kararlarıyla, bilgi ve tecrübeleriyle tarihin akışına yön veren Osmanlı padişahları daha çocukluk yıllarından başlayarak sıkı bir eğitim sürecinden geçmişlerdir. Çocuk yaşta nitelikli bir talim terbiyenin yanında başta valideleri olmak üzere, mürebbiler ve devrin meşhur âlimleri eliyle tam bir dinî, ahlaki, ilmî ve kültürel dersler almışlardır. Şahsiyet ve mizaçları gelenekler, ilim, irfan, adab-ı muaşeret kuralları ile yoğrularak örnek bir insan, her cihetten kabiliyetli, azimli, dirayetli vasıflı birer yönetici olarak yetişmeleri hedeflenmiştir. Şehzadelere ilk eğitimleri anneleri, saraydaki bakıcılar ve mürebbiyeler tarafından çok küçük yaşta verilmeye başlanıp sonrasında ise Şehzadegân Mektebine gönderilirlerdi. Osmanlı şehzadelerinin okutuldukları Şehzadegân Mektebi, Topkapı Sarayı Harem Dairesi Darüssaâde ağasının bulunduğu binanın üst katında yer almaktaydı. Ahşap bir merdivenle çıkılan Şehzadegân Mektebinin sofası dikdörtgen planlı ve düz ahşap tavanlıdır. Çeşitli süsleme öğeleri ile dikkat çeken yapı XVII. yüzyıla tarihlenen çini panolar ve pencereliklerle mamurdur. Mektebin ikinci odası divanhanenin, mermer üzerine hakkedilmiş celî sülüs kitabesinde, dışta “Selâmün aleyküm ketebe rabbüküm ‘alâ nefsihi’r-rahmeh” içte ise “Yâ müfettiha’l-ebvâb iftah lenâ hayre’l- bâb” yazmaktadır.
"Yakınma sahip olduğun bolluktan, onu bulamayan da var. Sana geniş gelen, bir başkasına oldukça dar. İhtiyaç duyduğunu istediğin zaman bulabiliyorsan elinin altında, ne büyük bir nimet! Ama bir kaşık suya muhtaçsan damlası bile gözünde bir servet. Sahip olduklarının değerini bil, hor kullanma. Bıkıp usanıp da kurtulmaya çalışma. Aynı şeylerden yoksun olan insanlar var dünyada, unutma! Senin beğenmediklerin, bir mücevher değerinde onlara. Misal, bahçendeki eriğin çokluğundan yakınırsın sen. Bir çocuk üzülür, hayatı boyunca eriğin tadını bilmeyen. Çuval çuval unlar bekler ambarda. Ama bakmışsın ki yiyecek ekmek yoktur komşunda. Bağlar bahçeler dolu dolu yemiş yüklüdür. Bir başkasına bakarsın, kupkuru ortalık, dallar öylece büklüdür.
22 Temmuz 1999 tarihinde, Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki Kanun’a eklenen 3. madde ile Kur’an kurslarındaki yaygın eğitime yaş kotası getirilmişti. Bu kota, eğitimde fırsat eşitliğinde bir engeli ifade etmekteydi. Bu aynı zamanda öğrenmenin en kolay ve etkili olacağı çocukluk döneminde neslimizin din eğitiminden uzak kalması demekti. Yapılan bu değişiklikle birlikte Başkanlığımız Kur’an kurslarına devam eden öğrencilerin büyük çoğunluğunu yetişkin ev hanımları oluşturuyordu. Onların da önemli bir kısmının okul öncesi yaş grubunda çocuk sahibi olması, çocuklarının din eğitimi ihtiyacının karşılanmasına yönelik müftülüklere ve Başkanlığımıza müracaatta bulunmaları hukuki engelin kaldırılmasına yönelik ciddi adımların atılmasına vesile olmuştur.
BİTKİSEL HAYAT Mucizevi Bitki: Kırmızı Pancar Uzmanların ısrarla tüketilmesini tavsiye ettiği pancarın faydaları saymakla bitmiyor. Yüksek antioksidan etkisiyle başta kanser olmak üzere birçok hastalığın tedavisine yardımcı oluyor. Yapılan araştırmalar, sağlığa en yararlı besinlerden biri olan pancarın, A, B, C ve P vitaminleri içerdiğini gösteriyor. Hazmı kolaylaştıran bu sebze, bileşimindeki rubidyum maddesi sayesinde sindirime destek oluyor, kabızlığı önlüyor. Mide ağrısı ve ekşime sorunlarını gideriyor, karaciğerin düzenli çalışmasını sağlayarak diyabeti engelliyor. Birçok besinde bulunmayan, hücreleri, enzim ve proteinleri koruyan betalain grubu bir madde içeren pancar, bu özelliğiyle iç organları koruyor, kalp-damar hastalıklarının engellenmesine katkıda bulunuyor. Kanı temizliyor ve karaciğeri zararlı maddelerden arındırmaya yardımcı oluyor. Egzersiz öncesi içilen pancar suyunun fiziksel dayanıklılığı artırdığı, dinçlik verdiği de biliniyor. Ancak uzmanlar, şeker oranı yüksek bir sebze olduğundan pancar suyunun aşırı tüketilmemesi gerektiğine dikkat çekiyor.
"“İyiliği, daha fazlasını bekleyerek (bir kazanç elde etmek için) yapma!” (Müddessir, 74/6.) Yüce dinimiz İslam’ın, Yaratıcı ile insan arasındaki ilişkide değer atfettiği ana kavramlar, tevhit ve vahdettir. “İyiliği, daha fazlasını bekleyerek (bir kazanç elde etmek için) yapma!” (Müddessir, 74/6.) ayeti, nübüvvetin ilk yıllarındaki tevhidi perdeleyen şirkin, vahdeti gölgeleyen zulmün resmi Mekke’de, dinî asılları teyit ve temin eden mühim bir kurucu değer olmuştur. Söz konusu ayetle yüce Allah, sevgili Peygamberimize (s.a.s.), tebliğde doğrudan kendi hakkı olduğunu, bireye değer veren asil bir yaklaşımın, insanlar arası ideal ilişkinin vazgeçilmezi olacağını veciz bir üslupla işareten dile getirmiştir.
"Topuk kanı taraması, yenidoğan bebeğin topuğundan alınan az miktar kan ile kalıtsal veya metabolik birtakım hastalıkların taranmasıdır. Yapılan bu taramalar çok önemlidir. Çünkü doğuştan gelen bu hastalıkların erken tespiti durumunda oluşabilecek geri dönüşü olmayan hasarlar engellenebilir veya etkileri ciddi oranda azaltılabilir. Akraba evliliğiyle beraber görülme sıklığı artan ancak akraba evlilikleri haricinde de görülmesi mümkün olan bu hastalıklar nelerdir, beraber bakalım.
"Ahlak gelişiminden bahsediyorsak bireyin bilişsel ve psikososyal gelişimi üstünde konuşuyoruz demektir. Bu nedenle “Ahlakın psikolojik bir temeli var mıdır?” sorusuna gelişim psikolojisi bağlamında cevap arayabiliriz. Psikologlar zihinsel, duygusal ve sosyal gelişimle ahlak gelişimini birbirini besleyen paralel gelişim alanları olarak kabul eder. Bunun anlamı şudur: Bir şeyin ahlaki olup olmadığına karar verebilmesi ve ahlaki davranabilmesi için kişinin öncelikle bilişsel, duyuşsal ve sosyal bakımdan olgunlaşması gerekir. Bilişsel farkındalık arttıkça, dış dünyadan gelen bilgi, malumat ve uyarıcılar vicdani muhasebe ile değerlendirildikçe, empatik ve esnek düşünebildikçe, öfke başta olmak üzere olumsuz duygular kontrol edildikçe, benmerkezcilik azalıp diğerkâmlık arttıkça; merhamet, sevgi ve affetme gibi olumlu erdemler geliştikçe ahlaki gelişim kemâle yöneliyor demektir.
"Amerika Birleşik Devletleri’nin 332 milyonluk nüfusunun yaklaşık yüzde birlik kısmını Müslümanlar oluşturur. Eğer Mormonizm ayrı din sayılmazsa, İslam Amerika’nın Hristiyanlık ve Yahudilikten sonra en büyük üçüncü dini konumundadır. PEW Research Center’ın 2017 tarihli araştırmasına göre Amerika’da 3.450.000 Müslüman yaşamaktadır. Sanıldığının aksine, Müslümanlar Amerika’ya XX. asırda gelmiş değildir; Avrupa’dan gelen sömürge gemilerinin Kuzey Amerika’ya ilk demir attıkları zamandan beri Müslümanlar bu kıtada yaşıyorlar.
İslam davetinin ilk günleriydi. Mekkeli müşrikler, günden güne büyüyen hak dinin önünü almak üzere Dârünnedve’de toplantı üzerine toplantı yapıyorlardı. Yine bir gün Kureyş’in ileri gelenleri burada toplanıp iman edenlere karşı ne gibi tedbirler alacaklarını konuşuyorlardı. Toplantı esnasında, birisi Ümeyye b. Halef isimli azılı bir müşriğin yanına gelerek: “Hani senin çok sevdiğin kölen var ya! İşte o, Muhammed’in dinine girdi.” diyerek Ümeyye’nin imanla şereflenmiş kölesini şikâyet etti. Nasıl olur da bir köle, sahibinden izinsiz atalarının dinini değiştirebilirdi? Ümeyye, kızgın bir şekilde doğruca evine gitti. Efendisinin öfkeden yüzünün kıpkırmızı kesildiğini gören mümin köle için artık gizlenecek bir şey kalmamıştı. Öfkesinden deliye dönen sahibinin “Duyduklarım doğru mu? Gecenin karanlığında ve gündüz öğle vakitlerinde Muhammed’in yanına mı gidiyorsun? Sen de onun dinine mi girdin yoksa? Bana cevap ver! Kureyş’in dinini bırakıp Lât ve Uzza’yı inkâr mı ettin?” sorusuna “Anlaşılan, hakkımda bazı bilgiler sana ulaşmış.
"Tam iki yüz elli kişi kırk gündür, İskenderiye Limanı’nda bekliyorlardı. Hedefleri Libya’ya gitmek ve savaşmaktı. Vaiz İzzeddin el-Kassam tarafından toplanan bu Suriyeli Müslüman gönüllüler Libya’da kime karşı savaşacaktı? Aslında hikâye 1911’de başlamıştı. 28 Eylül 1911 tarihinde İtalya Hükûmeti Osmanlı Hariciye Nezaretine tuhaf bir nota gönderdi. Notada özetle: Osmanlı Devleti’nin Trablusgarp ve Bingazi’nin ilerlemesi için hiçbir şey yapmadığı, bu bölgenin İtalya kıyılarına yakınlığı dolayısıyla kendileri için hayati önem taşıdığı bölgeye medeniyet götürülmesinin zorunlu olduğu, fakat bu konudaki İtalyan görüş ve fikirlerinin Osmanlı Devleti tarafından tasvip edilmediği ve İtalya’nın buradaki teşebbüslerinin inatla engellendiği, şimdi Osmanlı Devleti’nin İtalya ile kendi menfaatlerine ters düşmeyecek bütün iktisadi imkânları vermeye hazır olduğu ancak İtalya hükûmetinin geçmişte yapılanları göz önüne alarak buna güvenmediği belirtiliyor ve İtalya’nın Trablusgarp ve Bingazi’yi askerî işgale karar verdiği, bundan başka çarelerinin kalmadığı ve buradaki Osmanlı memurlarının işgale muhalefet etmemeleri isteniyordu. Osmanlı hükûmeti notaya sert bir yanıt verdi ve ardından İtalya Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etti.
"Güzel sözlü, zarafet ve nezaket sahibi bir din görevlisi. Vaaz ve sohbetlerinde dinleyicilerine ilmi ve irfanı en güzel üslupla sunan, vaaz vermedeki mahareti sebebiyle “Sultanü’l-vaizin” olarak tanınan, vaiz ve hatipler için rol model olan öncü bir âlim, Tahir Büyükkörükçü. Tahir Büyükkörükçü, 1925 yılında Konya’da dünyaya geldi. Babası, Körükçüler’den Marangoz Mehmed Efendi, annesi ise Dülgerzadeler’den Aliye Hanım’dır. Evin en büyüğü ve tek erkeği olan Tahir, ailesinin geçimine katkı sağlamak amacıyla Endazenin Mustafa Efendi adıyla tanınan ve ilmî yönü de olan bir kunduracının yanında çalışmaya başlar. Mustafa Efendi, ahilik anlayışının uygulaması olarak bir yandan küçük Tahir’e kunduracılık mesleğini diğer yandan da Kur’an-ı Kerim’i öğretir. Bu günlerin birinde küçük Tahir’e bir sahifelik dua metni verir ve “Evladım! Bunu ezberle!” der. Küçük Tahir, dua metnini birkaç kez okur ve hocasına geri verir. Hocası, “Evladım! Ben onu sana ezberle diye verdim.” deyince küçük Tahir, “Hocam! Ben verdiğiniz kâğıttaki dua metnini ezberledim. İsterseniz size ezbere okuyayım.” der ve başlar dua metnini okumaya. Mustafa Efendi, bu kabiliyetinden ötürü onu daha fazla sever ve onunla yakından ilgilenmeye başlar.
Tarihi M.Ö. 6000’li yıllara dayanan ülke, Urartular, Persler, Romalılar, Sasaniler, Moğollar gibi birçok devletin hâkimiyeti altına girmiş. Hz. Ömer (r.a.) döneminde İslam topraklarına katılmış. Hz. Osman (r.a.) burada İslamiyet’in yayılması için yoğun bir gayret göstermiş. Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Zaferi (1514) ile Osmanlı hâkimiyetine giren ülkede 18. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlıların bölgedeki güç ve nüfuzunun gittikçe zayıflamaya başlaması sebebiyle Rus kuvvetleri sık sık görülmeye başlamış. Çarlık Rusyası sömürgecilik faaliyetlerinde bulunmuş. 1918’de Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti ilan edilmiş. Böylece tarihte ilk defa Azerbaycan adıyla bir Türk devleti kurulmuş. Ülke, Latin alfabesini benimseyen ilk Türk devleti olmuş. Lakin Rus işgalleri bitmemiş. Son olarak 1990 Aralık ayında “Sovyet Sosyalist” ifadesi çıkarılmak suretiyle cumhuriyetin adı Azerbaycan Cumhuriyeti hâline getirilmiş.
“Yurt müdafaasında en ileri bir silahı olduğuna inandığım tayyareciliğin aynı zamanda milli sanayie dayanması düşüncesindeydim ve milliyetçi bir görüşle daha ilerisini ve daha iyisini düşünmek ihtiyacını duyuyordum.” Vecihi Hürkuş İnsanoğlunu yeryüzünde etkileyen en önemli canlılardan biri kuş olmuştur. Kuşların kanatları vasıtası ile gökyüzünde rahatlıkla uçabilmeleri, herhangi bir tehlike anında uzaklaşabilmeleri ve en başta da korunma, savunma ve güç elde etme arzusu insanların kuşlar gibi uçabilme hayallerini süslemiş, bir takım ilahi gayelerle de bezenen bu düşünceler insanlarda gökyüzünde uçma fikrini bir tutku hâline dönüştürmüştür.
Bütün ilahi dinlerde mevcudiyetinden bahsedilen ve İslam’ın beş rüknünden biri olan namazın hikmet ve öneminden kısaca bahsedebilir misiniz? Bütün dinlerde değişmeyen tek esas, tevhit inancıdır. Yani Cenab-ı Hakk’ın varlığına ve birliğine tereddütsüz iman etmektir. Yine bütün ilahi dinlerde Allah’a imandan sonra insanlara bazı sorumluluklar yüklenmiştir ki bunların en başında namaz ibadeti gelmektedir. Namazların miktarı, şekli farklı olabilir ama namaz anlamına gelen ve aynı işlevi gören bir ibadet, dinin temel direği hüviyetinde her zaman var olagelmiştir. İslam’ın temel direği kabul edilen ve günde beş defa kılmakla zorunlu olduğumuz ibadet olan namaz, insanı Allah’a en çok yaklaştıran, Resulüllah’ın (s.a.s.) “Amellerinizin en önemlisi namazdır.” (Muvatta, Tahâret, 6/36.) buyurduğu bir farizadır. Aynı zamanda “İnsanı günahlardan temizleyen bir ibadettir.” (Buhari, Mevâkît, 6.) “Mümini ahlaksızlıktan ve kötülüklerden koruyan bir kalkandır.” (Ankebût, 29/45.) buyurulmuştur. Müminin miracı olması münasebetiyle namaz, günde beş defa Allah’ın huzuruna varmak ya da her gün beş defa Cenab-ı Hak tarafından kabul edilmektir.
“Şiir bize, orada öylece bin yıldır o şekilde durmakta olan yaprağın biçimine başka türden bir daha bakmayı teklif eder.” Yaratılmış her şey alabildiğine yüksek sesle konuşur. Bu, yeryüzünde salınıp duran derin bir bestedir. Bir çiçek bu besteye solana değin rengiyle, her sabah içini Allah’a açar gibi açarak katılır. Yağmurun dili toprağa düştüğünde çözülür. Bu onun Allah’a seslenişidir. Her şey bir oluş içindedir ve kendi diliyle bu bestede anlamlıdır. Ahmet Murat’ın şiirleri, içinde duyduğu, yeryüzündeki işte bu zamansız bestenin ondaki tarifidir. Şiirleriyle hem bu besteyi tarif eder hem de bu besteye bir ses olarak katılır. Şairlik onun Allah’a seslenebilmek için keşfettiği dildir. Zira ona neden yazıyorsun diye sorulduğunda, “Köpekler uluyor, yıldızlar kızarıyor, ayvalar tüyleniyor.” cevabını verir.
Şemseddin Sami değerli bir lisan âlimi ve biyografya yazarı, önemli bir ilim adamıdır. Fakat zikrettiğiniz ifadesi yeteri kadar açık değil ve pek doğru da gözükmüyor. Ragıb’ın el-Müfredat’taki (s. 47) beyanına göre insan derisinin dış yüzüne beşer, iç yüzüne edeme denir. Diğer bazı canlılarda olduğu gibi insan derisinde yün ve tüy bulunmadığından ve derinin üzeri örtülü değil açık olduğundan insana beşer denilmiştir. Kur’an’da beşer denilince insanın bedeni anlaşılır. Bu husus dikkate alınarak zahir ve bâtın faziletlerini nefislerinde gerçekleştiren kişilere kâmil denir.
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yanında çocukların her zaman müstesna bir yeri vardı. Doğrusu kendisi de dedesi Abdulmuttalib’den aynı ilgiyi görerek büyümüştü. Fakat Resul-i Ekrem (s.a.s.) Efendimizin peygamberlik dışındaki insani yönünün en çok dikkat çekici örneklerini, çocuklarla olan ilişkilerinde bulabileceğimizi söyleyebiliriz. Çünkü çocuklara verdiği değerin bir uzantısı olarak âdeta “çocuklarla çocuklaşabilen” ve bunu diğer insanlara da tavsiye eden müstesna bir kişiliğe sahiptir Peygamberimiz… Onun çocuklara yaklaşımındaki bu farklılık bile başlı başına incelenmesi gereken bir konudur. Ancak sorunuza kısaca cevap verecek olursak… Daha Mekke’de peygamberlik öncesi dönemde, kendi evlatlarına özellikle küçük kızı Hz. Fatıma’ya ilgisi ve şefkatiyle insanlara örnek olmuş, sözleri ve davranışlarıyla insanları olumlu yönde etkilemiş ve ezilen hor görülen kız çocuklarının, insanların nazarında artık “Allah’ın bir armağanı” olarak görülmeye başlanmasına vesile olmuştu.
Biz Türkiye’yi çocukluk yıllarımızdan beri biliyorduk. Çünkü yaşadığımız topraklardaki göğe doğru uzanan minareler, akarsular üzerine kurulmuş köprüler ve her bir köşeye yapılmış çeşmeler Türkiye’nin buraya doğru uzanmış elleriydi sanki. Buradaki varlığını hâlâ sürdürdüğünü en bariz şekilde gösteriyordu. Ayrıca benim yaşadığım şehirde Türk kardeşlerim daha yoğun yaşadığından onlarla aynı sokaklarda büyüdük, oyunlar oynadık. Dolayısıyla önce şehrimizdeki kültürel varlıkların, ardından komşumuz ve arkadaşımız olan Türk kardeşlerimizin sayesinde Türkiye’yi kendimi bildim bileli tanırım.
Cuma ve bayram namazları başta olmak üzere belirli ibadetlerin yerine getirildiği esnada icra edilen, genelde vaaz ve nasihat içeren ve etkileyici konuşmayı ifade eden hutbe, bir irşat ve tebliğ aracıdır. Müminlerin rol modeli ve en büyük öğretmeni olan Peygamber Efendimizin de birçok vesileyle hutbe irat ettiğini; dinin hükümlerini, temel ahlak öğretilerini ve sosyal hayatı ıslah ve tanzim edici nasihat ve tavsiyelerini bu sayede beyan ederek tebliğ görevini en güzel şekilde yürüttüğünü muhtelif kaynaklardan öğrenmekteyiz. İslam dininin hükümleri ve nebevi ahlak hususlarında toplumu aydınlatma vazifesini yürüten Diyanet İşleri Başkanlığı, günümüzde özellikle Cuma günleri mescitlerde ve camilerde cem olan Müslümanlara minberlerden hitap ederek İslam tarihi boyunca devam edegelen bu geleneği yaşatmaktadır.
Eskiler “Marifet iltifata tabidir.” derler. Bu sözün hakikatte önemli bir karşılığı vardır zira takdir edilmeyen insanın yetenekleri zamanla körelebilir, kişi kendini değersiz hissedebilir. Yapıp ettikleri, düşünce ve söylemleri takdir edilen insanlar üretmeye, güzel iş ve davranışlarda bulunmaya devam ederler. Tabii bu durum bir handikabı da beraberinde getirir? İnsan için arzu edilen, kimin takdirini kazanmaktır. Sosyal medyanın mı, akran çevresinin mi, ailenin mi, öğretmenlerin ya da işverenin mi yoksa bütün bir toplumun mu? Bütün bunların üzerinde aranması gereken bir rıza yok mu, dersiniz. İşte bu soruyla yola çıkıyor Bizi Kim Beğenecek. Dr. Burhan İşliyen’in kaleminden okurlarla buluşuyor. O ne der, bu ne der diye sağa sola bakmadan, ihlas ve samimiyetle “Rabbim beni takdir eder mi?” diyerek hem niyetlerini hem amellerini bezemek isteyen insanlara küçük hikâyelerin içinden sesleniyor. Kendisi küçük fakat mesajı evrensel onlarca farklı hikâyenin bir araya getirildiği kitapta her bir hikâye günümüz şartlarında yeniden değerlendiriliyor. Her bir hikâye, ayet ve hadislerle omuz omuza ilerliyor.
"Diyanet İşleri Başkanlığı, yayın hayatımıza kaynak eser niteliğini taşıyan kitaplarla katkıda bulunmaya devam ediyor. Dinî, ilmî, sosyal ve kültürel alanda yayımlanan eserleri kolay erişilebilirlik, baskı kalitesi ve uygun fiyat ilkesiyle halkımızın hizmetine sunuyor. Dinî meselelerde toplumu aydınlatmak ve bilinçlendirmek gibi bir görevi olan Diyanet İşleri Başkanlığı, her alanda olduğu gibi yayıncılıkta da bu vazifesini yerine getirirken yüce dinimiz İslam’ın hassasiyetlerini ve temel değerlerini öncelemektedir. Sağlık, hiç şüphesiz İslam’ın büyük bir titizlikle üzerinde durduğu, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hadislerinde; insanoğlunun kıymetini bilmediği iki büyük nimetten biri olarak tanımladığı ve önem verilmesi gereken bir husus olarak belirttiği temel değerlerin başında gelmektedir.
"Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları arasından çıkan O’nun Gibi Yaşamak isimli eser Peygamber Efendimizin rehberliğine dair ilgi çekici ve son derce faydalı örneklerle dolu. Eserde Allah Resulü’nün hayatı hem Allah’ın elçisi hem de hayatın içinde insanlığa örnek teşkil eden bir “beşer” olarak farklı başlıklar altında ele alınmış. “Ben de Sizin Gibi Bir İnsanım” başlığı altında, müşriklerin eleştirdiği bir konuya, Allah’ın elçi olarak neden bir meleği ya da insan olmayan başka bir varlığı seçmediği sorusuna cevap verilmektedir. Ancak insanlarla aynı dili konuşan, aynı ruhî ve bedenî ihtiyaçlara sahip bir peygamber bizlere örnek olabilirdi. O ev içinde bir aile reisi, bir eş ya da bir baba, toplum içinde de bir arkadaş ya da bir komşuydu. Pazarda bir müşteri, sokakta halktan biri. O ne sadece bir beşer ne de yalnızca bir peygamberdi. Peygamberimiz Kuran’da ifade edildiği gibi “Beşer-Resul” dü.
Gençlerle Hayata Dair dört bölümden müteşekkil. İnancın Dinamik Gücü, Kur’an ile Dirilmek, Faydalı İnsan Olmak, Arınmanın Erdemi ve İbadet bölümlerinin her biri müstakil alt başlıklarla detaylı bir biçimde açıklanıyor. Konular ele alınırken ayetlerden alıntılar yapılması ve Hz. Peygamber’in (s.a.s) hayatından örnekler sunulması, İslam’ın karşı karşıya kaldığımız olaylara nasıl yorumlar getirdiğini resmediyor. Dipnotlarda kaynakların verilmesi okuyucunun daha geniş bilgilere kolayca ulaşmasını sağlıyor.
Yatarken yerde ilhâdıyla haşr olmuş sefîl efkâr , Yarıp edvârı yükselmiş bu müdhiş heykel-i ikrâr . Siyeh reng-i dalâlet bir bulut şeklinde mâzîler , Civârından kaçar, bulmaksızın bir lâhza istikrâr; Ziyâ-rîz-i hakîkat bir seher tavrında müstakbel , Gelir fevkinden eyler sermedî binlerce nûr îsâr . Derâgûş etmek ister nâzenîn-i bezm-i lâhûtu : Kol açmış her menârı sanki bir ümmîd-i cür’etkâr! O revzenler , nazarlardan nihân dîdâra müstağrak Birer gözdür ki sıyrılmış önünden perde-i esrâr . Bu kudsî ma’bedin üstünde tâbân fevc fevc ervâh , Bu ulvî kubbenin altında cûşân mevc mevc envâr . Tecessüd eylemiş gûyâ ki subhun rûh-i mahmûru ; Semâdan yâhud inmiş hâke , Sinâ-reng olup dîdâr! Tabîat perde-pûş-i zulmet olmuş, hâbe dalmışken, O, gûyâ kalb-i nûrânîsidir leylin , durur bîdâr . Evet bir kalbdir, bir kalb-i cûşâcûş-ı âşıktır, Ki cevfinden demâdem yükselir bin nâle-i ezkâr . Nümâyan cephesinden Sadr-ı İslâm’ın meâlîsi : O sadrın feyz-i enfâsiyle gûyâ bir yığın ahcâr , Kıyâm etmiş de, yükselmiş ve bir timsâl-i nûr olmuş, Nasıl timsâl-i nûr olmaz? Şu pek sâkin duran dîvâr , Asırlar geçti hâlâ bâtılın pîş-i hücûmunda, Göğüs germektedir, bir kerre olsun olmadan bîzâr. Bu bir ma’bed değil, Ma’bûd’a yükselmiş ibâdettir; Bu bir manzar değil, dîdâra vâsıl mevkib-i enzâr . Semâdan inmemiştir, şüphesiz, lâkin semâvîdir: Zemînî olmayan bir cilve-i feyyâzı hâvîdir .
“Vak’a Halkalı Ziraat Mektebi’nde geçmiştir.” – Bence, doktor, onu siz bir soyarak dinleyiniz; Hastalık çünkü değil öyle ehemmiyyetsiz, Sâde bir nezle-i sadriyye mi illet? Nerde! Çocuğun hâli fenâlaştı şu son günlerde. Ameliyyâta çıkarken sınıf on gün evvel, Bu da gelmez mi, dedim: “Kim dedi, oğlum, sana, gel? Nöbet üstünde adam kaçmalı yorgunluktan, Hadi yavrum, hadi söz dinle de bir parça uzan.” O zamandan beridir za’fı terakkî ediyor; Görünen: Bir daha kalkınması artık pek zor. Uyku yokmuş; gece hep öksürüyormuş; ateşin Olmuyormuş azıcık dindiği...
Ey nûr-i ulûhiyyetinin zılli avâlim , Zıllin bile esrâr-ı zuhûrun gibi muzlim ! Kürsî-i celâlin -ki semâlarla zeminler Bir nokta kadar sahn-ı muhîtinde tutar yer- İdrâkin eder gâye-i ümmîdini haybet ... Yâ Rab, o ne dehşettir, İlâhî, o ne heybet! Pervâzına yetmez gibi pehnâ-yi avâlim, Gâhî seni bulsam diye, âvâre hayâlim Bir şevk ile lâhûta kadar yükseleyim der. Lâkin nasıl olsun ki bu mi’râca muzaffer? Nâsût muhîtinde henüz çalkalanırken, Bir dest-i tecebbür dayanıp göğsüne birden; Hüsranla iner öyle sefîl, öyle muhakkar : Hâlâ o sükûtun küreden tozları kalkar! Yalnız o mu? Bin fikr-i semâvî bu zeminde,
Sa’dî diyor ki: “Bir gece biz kârbân ile Âheste-seyr iken yolumuz düştü bir çöle. Sür’atle tayy için o beyâbân-i vahşeti, Hep yolcular fedâ ederek istirâhati, Gitmektelerdi. Bir aralık bende meşye tâb Hiç kalmamış ki düşmüşüm artık zebûn-i hâb Âvâre bir piyâdeyi bekler mi kâfile? Nâçâr şedd-i rahl edecek tâ be-merhale . Durmuş, diyordu, bir de uyandım ki, sârban : “Kalk ey zavallı yolcu, uzaklaştı kârban! Uykum benim de yok değil amma bu deşt-zâr , Ârâmgâh olur mu ki bin türlü korku var?
Beş-on gün oldu ki, mu’tada inkıyâd ile ben Sabahleyin çıkıvermiştim evden erkenden. Bizim mahalle de İstanbul’un kenârı demek: Sokaklarında gezilmez ki yüzme bilmeyerek! Adım başında derin bir buhayre dalgalanır, Sular karardı mı, artık gelen gelir dayanır! Bir elde olmalı kandil, bir elde iskandil , Selâmetin yolu insan için bu, başka değil! Elimde bir koca değnek, onunla yoklayarak, Önüm adaysa basıp, yok, denizse atlayarak, Ayakta durmaya elbirliğiyle gayret eden, Lisân-ı hâl ile amma rükûa niyyet eden O sâlhurde , harab evlerin saçaklarına, Sığınmış öyle giderken, hemen ayaklarına Delîlimin koca bir şey takıldı...
Bayram, “sevinç, neşe ve mutluluk günü” demektir. Geçmişten günümüze her milletin kendine has önemli tarihi hatıralarını canlandırdıkları veya dinî ve millî saiklerle ihya ettikleri müstesna günler hep olagelmiştir. Bu bağlamda bayramlar, aynı inanç, tarih ve medeniyet mensuplarının müşterek sevinç ve neşe günleridir.
Milletlerin varlık bilincini ve aidiyet şuurunu perçinleyen zaman dilimlerinden bahsedilecek olunduğunda ilk akla gelen, bayramlardır. Meşhur rivayettir. Bir bayram günü Hz. Âişe ile birlikte bulunan Hz. Peygamber’in yanında Buas Harbi’ne ait ezgiler söyleyen iki kız çocuğuna müdahale etmek isteyen Hz. Ebu Bekir’e Allah Resulü, “Her milletin bayramı vardır, bu da bizim bayramımız.” der.
Kudüs; “Gökte yapılıp yere indirilen şehir”, ilk kıblemiz, ikinci mescidimiz ve üçüncü haremimiz olan Mescid-i Aksa’yı içerisinde barındıran, birçok peygambere ve bu peygamberlere inen vahye tanıklık eden, birbirinden önemli nice tarihi olayların meydana geldiği kutsal bir şehir… Kudüs; Hz. Davud’un temeli, Hz. Süleyman’ın Beytü’l- Makdis’i, Hz. Zekeriya’nın, imamlığı, Hz. Yahya’nın müjdesi, Hz. Meryem’in hücresi, Hz. İsa’nın beşiği, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) miracı, Hz. Ömer’in fethi, Selahaddin Eyyubi’nin rüyası, Kanuni Sultan Süleyman’ın imarı, Abdülhamit Han’ın davası…
İnsanlık âlemi ikinci kez bir Ramazan Bayramı’nı evinde geçirecek. Bayram namazının insanın içini perde perde yükselten tekbirleri, bu sabah pencerelerimizi açarak dinleyeceğiz. Bayram selası, öyle büyük bir görkemdir ki, gökler yedi kat yükselir yükselir de, sanki gönlüne sığar insanın... Salavatlaşmak, kucaklaşmak için sıraya giren camii cemaati, yaşı kaç olursa olsun, adeta çocukluğunu yaşar. Şeker dağıtılır, lokum dağıtılır.
Yukarıdaki mısralar Yahya Kemal Bey’in “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” adlı şiirinden alınmış mısralardır. Bu mısraları o şiir içindeki bayram tanımı ve kavramına dayanarak yorumlamaya çalışalım. “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiiri Süleymaniye Külliyesi’nin ihtişamına yakışır bir edebiyat abidesidir. Yahya Kemal Bey, bu şiiriyle Süleymaniye Külliyesi’ni ve orada mücessem hâle gelen İslam medeniyet tasavvuruna ait hayat tarzını edebiyata âdeta nakşetmiştir. Aldığınız mısralara gelince; birinci mısrada bir seher vaktinden söz ediliyor.
Bilginin iletişim teknolojileri aracılığıyla hızla yayıldığı, teknoloji ve bilim alanında yaşanan değişim, gelişim ve eğilimlerin dünyayı adeta hareketli ve küçük bir köye dönüştürdüğü dijital çağ, yayıncılık faaliyetlerini pek çok yönüyle etkilemektedir. Dijital mecralarda yapılan yayınların sıhhatinden, pazarlama ve telif haklarına ilişkin sorunlara kadar hemen her konu bu hızlı ve karmaşık dönüşüm sürecinden nasibini almaktadır. Kuruluşundan itibaren sahih dini bilgiyle toplumu aydınlatmak için her çeşit yayın teknolojisini etkin bir şekilde kullanan Diyanet İşleri Başkanlığı, yayın süreçlerindeki dijitalleşmeye kayıtsız kalmamıştır. Başkanlığımız, bir taraftan insanımızın dijital okuryazarlık bilincini geliştirirken diğer taraftan mevcut dijital imkânları verimli bir şekilde kullanarak yayınlarının niteliğini ve niceliğini artırmaktadır.