SON BAHAR
Abdurrahman Alkan
"Bir horoz, ayaklarının üzerinde gerinerek uzun uzun öttü. Mürdüm eriklerinin yeni açmış pembe beyaz çiçekleri arasından inceden bir rüzgâr esti. Henüz yeşeren kavak dalları birbirine değerek hışırdadı. Bir kuzu meleyişi duyuldu uzaklardan. Kuzine sobanın içindeki meşe odunu çatırdadı. Sobanın karşısında uzanan sarı kedi tatlı tatlı gerindi ve yavaşça yerinden kalktı.
Tabiat uyanıyor, usul usul bahar geliyordu. Yatağında yatan yaşlı kadın doğrulmak istedi ama kilitlenmiş gibi duran bedenini oynatamadı. Romatizmalı dizleri, artık her isteğini yerine getiremiyordu. Bir de karnında dolaşan bir ağrı, huzurunu kaçırıyordu.
Dışarı çıkmak isteyen kedi, kapının önünde bekliyordu. Gözlerini yaşlı kadına çevirdi. Yaşlı kadınla kedi göz göze geldiler. Kadın, eski günlerde olduğu gibi bir ceylan gibi sekerek dışarıya çıkmak, baharın diriltici nefesini içine çekmek istedi ama nafile. Tembel sarı kediye imrendi kadın.
Kedi, yaşlı kadından umudu keserek gözlerini kapıya dikti. Bir süre sonra kapı açıldı. Yaşlı kadının küçük kızı içeri girdi. Kedi, dışarı fırladı. Açılan kapıdan içeriye dolan taze bahar havası, yaşlı kadının yüzünü okşayıp geçti. Kalkmak için kendini tekrar zorladı. Kızı, “Dur anneciğim belini inciteceksin, dinlenmen lazım.” diyerek kadını yatağına yatırdı.
Şimdi kendisine bir anne şefkati gösteren kızının bir bahar mevsiminde ilk adımlarını atışını hatırladı. Bir nisan öğle sonu, bahçede domates fideleri dikerken erik ağacının altına oturttuğu küçük kızının eğri büğrü ilk adımlarıyla yanına gelişini... Yeni diktiği domates fideleri gibi hemen yıkılacak gibi duruyordu mini mini kızı.
Bahar kokuları, yaşlı kadının içini beklenmedik bir kuvvet hissiyle doldurdu. Böyleydi işte kuru dalları yeşillere boyayan bahar. Yaşının kaç olduğuna bakmaz damarlarında bir gençlik iksiri dolaştırır, kadit olmuş bedene bile canlılık verirdi.
Yaşlı kadın, kendini yatağa mahkûm eden ihtiyar bedenine rağmen kalkmak için son bir hamle yaptı. Ama hiçbir uzvuna söz dinletemedi. Bir “of” çekerek kendini yatağın üzerine bırakıverdi. Çaresiz bir teslimiyet içinde gözlerini kapattı.
Nisan yağmurları, yeşertici gücüyle tabiatı canlandırmış olmalıydı. Poyraz, Akdağ’ı ağartan karları eritiyordur şimdi. Toprak, eriyen kar sularını kana kana emecekti. Karların arasından boynunu uzatıveren cesur kardelenler, yeni bir mevsimi başlatacaktı.
Bu zamanlarda arkadaşlarıyla bir koşuşturma içerisinde madımak toplarlardı. Binbir zahmetle o nazenin bitkicikleri toplamak, ayıklamak, kıymak ve pişirmek... Ve nihayet mevsimin en güzel yemeği hazır olur, evde yediden yetmişe herkesin karnı doyardı.
Madımaklar küçük yeşil yapraklarını açmışlardır şimdi. Yaşlı kadın, eski günlerde olduğu gibi yine madımak toplamak istedi. Sivas çakısı, naylon ilistiri ve madımak toplarken taktığı pazen kumaş önlüğü evin “hayat”ında duruyordu. İçi gitti. Ama ihtiyar bedeni, kalmasına izin vermedi.
Yaşlı kadın, bir daha madımak toplayamadı. Sivas çakısı, naylon ilistiri ve önlüğü, öylece kalakaldı. İkindi güneşinin taze çimenler üzerinde parıldayışını göremedi bir daha. İnsanı sebepsiz uzun yürüyüşlere çağıran yeşermiş ekin tarlalarına mutlulukla bakamadı. Masum meleyişleriyle çocuklarının bebeklik günlerini anımsatan, annelik duygularını uyandıran süt kuzularının sıcak seslerini dinleyemedi. Birden yağıveren güneşli nisan yağmurundan sonra semayı süsleyen ebemkuşağını gülümseyerek torunlarına gösteremedi. Evin saçaklarına konarak cıvıldaşan göçmen sığırcık kuşlarının uzak diyarlardan getirdikleri şarkıları dinleyemedi. Bulutların arasından bir görünüp bir kaybolan bahar güneşinin muzipliklerini tebessümle seyredemedi.
Ve… Mayısın çiçekli sabahlarına uyanamadı bir daha.
Dünya ile vedalaşması uzun sürmedi. “İki gün yatak, üçüncü gün toprak.” duasıyla yaşamıştı hep. Günde beş vakit “Allah’ım, beni çocuklarıma yük etme.” diye dua etmişti ömrü boyunca. Büyüttüğü altı çocuğu için “Tabii ki bakacaklar annelerine.” diye düşünmedi hiçbir zaman. Bunu, kendisine bir hak olarak görmedi. Fedakârlık üzerine kurduğu hayatında o hakkından da feragat etti.
Dediği gibi oldu. İki gün bile yatmadı döşekte. Son zamanlarda rahatsızlığının iyice arttığı yüzünden belli olmaya başlayınca “Anne bir doktora gösterelim seni.” diyen oğluna hayır demedi bu kez. “Tamam, büyük kızı ve torunları da görmüş olurum. Yazdan kuruttuğum erik ve madımak var. Götüreyim de yesin çocuklar.”
Büyümüş bir ur var, dedi doktorlar. Çok geç kalınmış amansız bir hastalık. Ameliyat çok riskli. Yarın gelin, tahlillere bir bakalım. Hastalıklarıyla başkalarını rahatsız etmeye gönlü razı olmamış, son vakte kadar kimseye bir şey söylememiş.
Geceyi geçirmek için kızının evine geldiler. Kızı dört döndü evde, hastalanıp gelen annesi için. Ne yersin, ne içersin söyle anacığım. Oturtmaya yer, yedirmeye aş beğenemedi. Kadının gözü yoktu hiçbir şeyde. Sağ ol kızım, sizleri gördüm ya… Bunun bir veda ziyareti olduğunu anlaması, uzun sürmedi kızının.
Yaşlı kadın sabah uyandı. Banyoda abdest aldı ama yatağa kadar yürüyemedi. Çocuklarının isimlerini sayarak seslendi son kez: “Yardım edin!” Kızı koşarak koltuğuna girdi, yatağına yatırdı. Yaşlı kadın yorgun ve bitkin bedeniyle yatağa yığılıverdi. Hiçbir uzvuna hâkim olamadığını anlamıştı. Ve bastıran uyku ile yeryüzünden artık ayrılmaya başladığını.
Hiç aksatmadığı kuşluk namazını o gün kılamadı. Yetmiş yıl boyunca ayağını basarken yer incinmesin diye düşünen bir pirifâni, o hafiflikle son abdestiyle kanatlanıverdi dünyadan.
Etrafındaki herkes ondan sadece iyilik gördü. “İhtiyacı olmasa gelmezdi.” dedi ve kapısını çalan hiçbir insanı boş çevirmedi. Her şeyin kıt olduğu dar zamanlarda kimse onun kapısından eli boş dönmedi. “Ben onlara veririm Allah da bana verir.” diyerek kimi zaman bahçeye ekeceği soğanın tohumunu kimi zaman çuvalın dibinde kalmış unu, gönlünün bütün cömertliğiyle paylaştı. “Gurbette çocuklarım var, başlarının gözlerinin sadakası olsun.”
Köy yerinde, bitmek bilmeyen işlerin çoğu ancak birlikte yapılabilir. Kış geliyor erişte kesilecek, ramazan yaklaştı yufka açılacak, sonbahar bitiyor değirmen çekilecek, hamurum taşıyor fırında ekmek pişirilecek… Kapısına gelen kim olduysa “Evde işim var.” kurnazlığına kaçmadan “Ben çağırdığımda gelir mi?” çıkarcılığına düşmeden hepsinin yardımına koştu. Bir ömür dua biriktirdi yardıma muhtaç insanların sesinden.
Yatalak kayınvalidesine yüzünü hiç ekşitmeden ömrünün son nefesine dek iki yıl hizmet ederek günde üç öğün beş vakit “Kızım senden Allah razı olsun.” duasını aldı, ömrü bereketlendi.
Kocasının kız kardeşi ani bir ölümle dünyadan ayrılınca annelerini kaybeden bir kız çocuğu ve bir bebeği hiç yüksünmeden eve kabul etti. Kendi çocuklarından gayrı görmediği, anneden öksüz -yaşayan- babadan yetim çocuklara analık yaptı. Bebeğe, kendi çocuğunun sütünden ayırıp vererek bir öksüze sütanneliği yapma payesini kazandı.
Elinin uzanabildiği her yere hayat verdi. Uzun süren kış günlerinde her yerin karla örtüldüğü, hayatın daha da zorlaştığı demlerde kimi zaman bir ekmek parçasıyla kimi zaman bir tas süt kimileyin de bir avuç buğday ile sokak hayvanlarının zor hayatına şefkatli bir dokunuş oldu. Bazen de cebinde her daim bulundurduğu şekerler ile çocukların yüzlerinde kocaman gülücükler açtırdı.
Yağmurlu bir mayıs günü incecik kalmış bedeni, toprağa teslim edildi. Kırmızı-beyaz çiçekler donanmış kuşburnularla çevrili kabristanda badem ağacının yanında toprağa giriverdi. “Üzerine biçilen toprak elbiseyi” hiç yüksünmeden giydi; öylesine tabii, öylesine sessiz ve benimsemiş olarak.
Komşudan komşuya giderken peşinden gelen kediler, yolda gördükleri zaman gönüllü korumalıklarını yapan köpekler, balkona çıktığı zaman başında dönen serçecikler… Hepsi öksüz kaldı.
Küçük oğluyla birlikte, her karış toprağına ayak bastığı, bir arkadaşı gibi muhabbet duyduğu dağlara kuşburnu ya da kozalak toplamaya gittiklerinde kendini kuş gibi hür ve hafif hissederdi. Bu anlarda kimi zaman bir ilahi kimi de bir türkü tuttururdu. Efkarını yanık ezgilere yükler: ıhlamurların, meşelerin, ahlatların ve çam ağaçlarının arasından esen rüzgara bırakırdı. Ardında, ay ışığı sesiyle söylediği “Dağlar seni delik delik delerim./ Kalbur alır toprağını elerim.” türküsü kaldı.
Kısa yaz gecelerinin bir türlü gelmeyen yatsı ezanını balkonda beklerken “Şimdi bir kuş olsam…” derdi, “Şöyle bir uçsam Almanya’ya gitsem, ortanca oğluma. Sonra İzmir’e, Uzunköprü’ye, Ceylanpınarı’na; oğullarıma, kızlarıma, torunlarıma bir baksam, acep ne yapıyorlar? Hiçbir şey söylemeden seyretsem onları. Sonra dönüp gelsem…” derdi. Ne yana düştüklerini, nasıl gidildiğini, nasıl hayatlar yaşandığını hiçbir zaman bilemediği, bilemeyeceği, hasretle özdeşleşen şehir isimlerini geride bırakarak uçup gitti. Geride gurbetten yorulmuş bir kalp kaldı.
Baharın ilk filizleri kadar kırılgandı. Ama gölgesiyle bile olsun kimseyi incitmedi. Kendisini kıran, üzen insanlara bile karşılık vermeyi düşünmedi. Gönül huzurunu, onları affederek bulan bir ermiş olarak yaşadı ömrünce. Hiçbir varlığı kırmamak üzere kurduğu hayatını kimseleri incitmeden noktaladı. Üstüne hiç hak almadan, herkesi kendine borçlu bırakarak gitti. Bütün hakları herkese helal idi. Tüm ağırlıkları, ölümlü dünyada bırakmıştı. Bir bahar yelinin kanadında geride nice çiçekli baharlar bırakarak fani dünyaya veda etti. “Kafesten bir kuş uçmuş gibi, bir yel esip geçmiş gibi…”
"