MEHMET AKİF ERSOY VE MEDENİYET ETRAFINDA
Reşit Güngör Kalkan
Mehmet Akif’in hayatı, mücadelesi ve beklentileri, Türkiye’nin dört başı mamur fotoğrafını vermektedir bizlere. Yaşadığı şartlar ve dönem göz önünde bulundurulduğu vakit görülecektir ki onun feveranı salt sanat veçhesiyle, daha doğrusu sanat ve edebiyat adına yeni buluşlar etrafında toplanan dönemin aydınlarına asla hokkabazlık sunmak olmamıştır. Öyle ki sanatını inancının çizdiği ve emrettiği doğrultuda kullanmaya azami gayret gösteren Mehmet Akif, düşüncesini oluştururken yaşadığı dönemlere paralel olarak II. Abdülhamid’le başlayan, II. Meşrutiyet’in ilanıyla devam eden, akabinde Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı, Millî Mücadele ve nihayetinde cumhuriyetin ilanı ve birbirini takip eden yeni Türkiye’deki birtakım inkılâplar vs. bütün yönleriyle yaşadığı çağın basiretli bir tanığı olarak İslam’ın izzeti ve ikbali adına, ilmin bütün şubeleriyle hemhâl olmuş, sanatının gereği olarak bütün baskı, pozitivist akımlar ve garazkâr tutumlar arasında son nefesini verinceye değin dik durmayı başarmış abidevi bir şahsiyettir.
Onun adına ve onu hatırlatan bütün prensipleri, doktrinleri, kurumları, grupları ele almış olanlar gerçek Mehmet Akif’i tanıyıp anladıkları ölçüde onu doğru değerlendirmeleri mümkün. Fakat bütün tafsilatıyla zaman alacak bu uğraş, doğrusu ülkemizde unutulan birtakım isimlere mukabil, o ve eserleri söz konusu olduğunda farklı bir anlam bütünlüğüne ulaşarak kavranabiliyor ancak. Zira onun hayatında yer edinen biricik gerçek, elbette ki İslam’dı. En umutsuz olduğu zamanlarda bile şeksiz, şüphesiz iman ettiği doğrular boyunca, devrin hiçbir teklifine boyun eğmeksizin ulaştığı nefis terbiyesiyle gerçek bir aydın, Doğulu bir münevver olarak milletin geçmişine ve geleceğine dair duyduğu özlem ve endişe arasında, hissettiği ıstırabın millet aynasındaki yansımasını Safahat’ta göstermişti. Safahat bu anlamda sadece Türk’ün değil bütün İslam toplumunun biricik avazı, muhteşem çığlığıdır.
Kaçınılmaz bir olgu olarak medeniyet ve terimsel uçları, Batı karşıtlığının temel argümanları olarak ileri sürülemez. Hiç şüphesiz medeniyet enstrümanları, bir yaşam biçimi olarak öngörülüyordu. Yani enstrüman olarak medeniyet, doğruluğu kendinden menkul biçim ve düşünce mirasını bir ön kabul olarak dayatmaya karar verdiği andan itibaren enlemler ve boylamlar değişmeye başladı. Bu durumu daha I. Dünya Savaşı yıllarında fark eden Mehmet Akif, medeniyet bağlamında derin tahliller yapar. Asli değerler olarak gördüğü din, dil, kültür ve geleneği Batı’nın tekniği ve ilmi karşısında yeniden değerlendirme ihtiyacı hisseder. Toplumların ve bireylerin iç dinamikleriyle kurduğu bu bağı, milleti millet yapan unsurlar hanesine dâhil ederek tabii olarak mercek altına alır. Zira kültürünü, dilini, geleneğini kaybeden toplumların saygıdan mahrum kalarak asli hüviyetlerinden soyutlanacaklarını özellikle tekrar eder.
“Evet, ulûmunu asrın şebaba öğretelim;
Mukaddesata, fakat çokça ihtiram edelim”
Öteden beri Müslüman münevverin kutsal karşısındaki tutumu, önemli ölçüde taşıdığı kimlikle mündemiçtir. Kutsal olana karşı saygının, sevginin zayıfladığı zamanlar, aynı zamanda Müslümanların iletişim kanallarının da zayıfladığı zamanlar olarak göze çarpmaktadır. Bu yönüyle medeniyet tasavvurunu sosyal, kültürel ve iktisadi açıdan en tutarlı taraflarıyla irdelemek, ele alarak çıkarımlarda bulunmak gerektiğini ifade etmektedir. Yetişme çağlarından beri yenilik taraftarı olarak Mehmet Akif, iyinin iyi olduğu için, kötünün de kötü olduğu için benimsenip terk edilmesi gerektiğini söyler. Yani hayatının bütününe bakıldığında, medeniyet kavramı etrafında asla bağnaz bir tutum sergilemez. İnsanın çalışmasından başka bir şey elde edemeyeceğini sıklıkla vurgular. Medeniyetin bu aşamada, bireylerin hiç bıkmaksızın çalışmalarıyla, üstün gayretleriyle oluşturabilecekleri bir şey olduğunu savunur.
“Bu cihetten, hani, hiç yılmasın, oğlum, gözünüz;
Sade Garb’ın, yalınız ilmine dönsün yüzünüz.
O çocuklarla beraber, gece gündüz, didinin;
Giden üç yüz senelik ilmi sık elden edinin!
Fen diyarında sızan na-mütenahi pınarı,
Hem için, hem getirin yurda o nafi suları,
Aynı menbaları ihya için artık burada,
Kafanız işlesin, oğlum, kanal olsun arada.”
Akif’in medeniyet ve Batı görüşü hakkındaki şu tek cümlesi dahi onun hayat algısını ortaya koyuyor olması bakımından oldukça önemlidir; “Avrupalıların ilimleri irfanları, medeniyetteki, sanayideki terakkileri inkâr olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini kendilerinin maddiyattaki bu terakkileri ile ölçmek katiyen doğru değildir. Heriflerin ilimlerini fenlerini almalı fakat kendilerine asla inanmamalı, asla kapılmamalıdır.” Süleymaniye Kürsüsü’nde toplumsal kalkınma hamlesinin nasıl olması gerektiğine dair sır olarak görülen hususu şöyle açıklar:
“Öyle maymun gibi, taklide özenmek bilmez;
Hiss-i milliyyeti sağlamdır onun eksilmez.
Garb’ın almışsa herif, ilmini almış yalnız,
Bakıyorsun: eli san’atlı, fakat, tırnaksız!”
Bir kanaat da şudur: Sırrı-ı terakkinizi siz,
Başka yerlerde taharriyle heveslenmeyiniz
Onu kendinde bulur yükselecek bir millet;
Çünkü her noktada taklit ile sökmez hareket.”
Hemen belirtmek gerekir ki vefatından sonra hakkında belki onlarca, yüzlerce eser kaleme alınmış ve çeşitli platformlarda sempozyumlar, paneller, konferanslar tertip edilmiş ve yine çeşitli zamanlarda çeşitli gruplarca Safahat okumaları yapılmış olmasına rağmen, Mehmet Akif’in millet hayatında ne anlam ifade ettiği, onun bütün hüviyeti ve tafsilatıyla tanındığını söylemek “belki”lerle dolu bir cevap olarak dönecektir bize. Zira bütün teferruatıyla bir münevverin hatırası ve mücadelesi karşısında, İslam olduğunu söyleyen ve bu misyonun gereğini yerine getirme hususunda âdeta birbiriyle yarışırcasına bir tutum sergileyenler, doğrusu şartların ve zamanın ardına, getirdiklerine sığınarak günü kurtarma, yasak savma babında cümlelerle meseleyi halletmiş görünmektedirler. Elbette Mehmet Akif’in fikir ve sanat mücadelesi bütünüyle İslam olmak, her yönüyle Kur’an bağlamında şekillenecek bir cemiyet hayatı teşekkül etmek arzusuyla doluydu. Bu bilinçle oluşturduğu kişiliği ve eserleri şüphesiz ancak sahabi örnekliğine denk bir ayrıntı barındırıyordu. Bu ayrıntıların farkında olan ve onu bütünüyle anlamak ve gelecek nesillere aktarmak isteyenler bu doğrultuyu göz önünde bulundurarak eserlerini vücuda getiriyorlardı. Bu eserlerin gerek akademik gerekse alaylı tarafıyla emek mahsulü olduklarına şüphe yok. Kaldı ki Mehmet Akif kuru gürültülerin, sahte sevgilerin adamı olamayacak kadar mümessillikler taşıyordu.
Avrupa medeniyetine yönelttiği eleştirilerinde, çağın emperyal güçlerini ve onların maşalarını da birer birer ifşa eder. Bundan dolayı onun Avrupa düşüncesini, en azından medeniyet algısını büsbütün benimsediğini söylemek bu açıdan mümkün değildir. Zira Avrupa dediğimiz medeniyet tamamen ikiyüzlüdür. Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte, özellikle Çanakkale Savaşları’nda bu çirkin yüz açıkça ortaya çıkmış, ne kadar hayâsız, sefil, istilacı ve vahşi olduğunu bütün dünyaya göstermiştir.
“Ah o yirminci asır yok mu o mahlûk-i asîl,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise, hakkıyle sefîl,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına,
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maska yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakîkat, yüzsüz.”
Söz konusu Avrupa medeniyetinin taşeronları Anadolu topraklarına girince özellikle İzmir’in işgaliyle birlikte, temel argüman bugün olduğu gibi o gün de hep aynıydı: “Türklere medeniyet götürüyoruz!” Çağdaş medeniyetin işgal sırasında yaşattığı derin travmayla birlikte, gerçek yüzü de ortaya çıkmıştı aslında. Bu durumu yakından müşahede eden Mehmet Akif:
“Garb’ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar,
‘Medeniyyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar?”
mısralarıyla örgüleştirir. Medeniyetin tek dişi kalmış canavara benzetilmiş olması, aslında Mehmet Akif’in kavram hakkındaki düşüncelerini somutlaması anlamında oldukça ilgi çekicidir. Canavar ulumaya başlayarak niyetini açıkça ortaya koymuştur. İstiklal Marşı’nda geçtiği hâliyle “Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar / ‘Medeniyyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar?” gerçekçi bir yaklaşım olarak ayrıca Avrupa ve medeniyet temelli bir anakronizme işaret etmektedir. Çünkü Mehmet Akif kavram olarak “medeniyet” karşıtı değildir, tam tersine asıl yüzünü gösteren, çirkin ve kaba taraflarıyla insanı yok sayan bir düşünceye tahammül etmemektedir.
Yazının başında da ifade ettiğimiz gibi Mehmet Akif Ersoy, Osmanlı’nın en sıkıntılı zamanlarında ilk gençliğini yaşamış, birçok acıyı derinden yaşayarak omuzlamasını bilmiş, “medeniyet” eksenli konularda ise oldukça tutarlı bir yaklaşım sergileyerek bu kavrama bilinçli bir açılım getirmiştir. Batı’nın sahip olduğu bilim, fen ve teknolojiye dair olumlu bir yaklaşım sergilediği hâlde, yine aynı Batı’nın emperyalist saldırganlığını ise hayatının hiçbir döneminde onaylamamıştır. Bu noktada Batı’yı büsbütün kabullenen veya reddeden bazı yaklaşımların yanlışlığına düşmeyerek iki yönlü bir yaklaşımla, moda ve sosyal yaşamı reddederken ilim ve teknik açısından yok saymayarak çağdaş bir tavır almıştır.
Şüphesiz medeniyet, varlığı itibarıyla tartışmalı tarafını yaklaşık iki yüz yıldır devam ettiriyor. Doğu-Batı ayrımı, sanayi, teknik ve bilim tartışmalarını da yedeğinde taşıyor. Bu yönüyle Mehmet Akif Ersoy’un eserlerinde başat bir öğe olarak yer alan “medeniyet” kavramı, güncelliğini yitirmeksizin kendisinden konuşturmaya devam edecek.