KADIN VE MESCİT
Hacer Ayaz-Araştırma Görevlisi
“Allah’ın kadın kullarının Allah’ın mescitlerine gelmelerine engel olmayın.” (Müslim, Salât, 136)
Türlü işkence ve eziyetlerle geçen on üç yılın ardından Medine’ye hicret vakti geldiğinde Allah Resulü (s.a.s) ile birlikte, ona inanan, İslam ile şereflenmiş, evli bekâr, genç yaşlı Mekkeli kadınlar da gönüllü olarak yurtlarını ve ailelerini geride bırakıp inançları uğruna bu kutlu yolculuğa katıldılar. Bu öyle bir inanmışlık ve teslimiyetle yapılan bir hicrettir ki yol boyunca yaşanan onca sıkıntı dahi bu inanan hanımları yollarından çevirememiştir. Ümmü İshak, bu mübarek yolculukta kardeşini kaybetmiş (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ġābe, VII), Ümmü Eymen bu yolu yürüyerek tamamlamış (İbnü’l Cevzi, Sıfatu’s- safve II), Esmâ ise yolda Abdullah b. Zübeyri doğurmuştu (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ġābe, VII).
Yol bitmiş; Allah’ın Elçisi (s.a.s) ve ona inananlar, Medineli ensar tarafından eşsiz bir coşku ve mutlulukla karşılanmış, bir ana kucağının sıcaklığıyla ensar, muhacir kardeşini sarıp sarmalamıştır. Allah Resulü (s.a.s), burada insanlık için yeni bir düzen ve yeni bir hayat inşa edecektir, bu öyle bir düzendir ki kendinden sonraki nesillere kalacak en güzel mirastır da aynı zamanda. Bu nedenle Allah Resulü (s.a.s) ilk olarak mescidin yerini tayin etmiştir. Bu mescit ki temelinde Resulüllah’ın alın terinin ve emeğinin olduğu, ibadetten siyasete, eğitimden toplum hayatına dair her türlü konunun görüşüldüğü, inşa edilen muazzam medeniyet için merkezî bir önemi haiz, Kur’an-ı Kerim’de işaret edildiği üzere “takva temeli üzerine kurulu mescid” Mescid-i Nebevî’dir (Tevbe, 9/108).
Allah’ın kadın kullarının cami ile olan ilişkisi de bu şerefli mescit ile başlamıştır. Mümin hanımlar, bu mescitte ibadetlerini huşu ile eda etmiş, kimi zaman gönüllerinden ve akıllarından geçen türlü soruları Peygamberlerine açarak, bazen sadece onu dinleyerek bazen de sadece onun arkasında saf tutma şerefine nail olarak kıldıkları namazları ile Resulü Ekrem’in tedrisatından geçmişlerdir. Öyle ki bu güzide hanımlar için Mescid-i Nebevî, gündelik hayatlarının ayrılmaz bir parçası hâline gelmiş ve onlar için günümüz kadınlarının yaşamış olduğu “Kadının mescidi evidir.” anlayışı vaki olmamıştır.
İnançları uğruna verdikleri mücadele ve çektikleri türlü eziyet hesaba katıldığında bu kadınların ibadetlerini doya doya, istedikleri mekânda yapmış olmaları ve günün büyük bir kısmını mescitte geçirmelerinden daha doğal ne olabilirdi? Allah Resulü (s.a.s) de kadınları cami cemaatinin ayrılmaz bir parçası olarak görüyor ve dolayısıyla onları sosyal hayatın içinde aktüel değeri yüksek bir mekânda var olmaya davet ediyordu. O (s.a.s), kendisine vahyedilen Kur’an-ı Kerim’i kadın erkek ayrımı yapmadan tüm inananlara ulaştırma gayretindeydi. Bu gayret nedeniyledir ki Hz. Peygamber, Allah’ın kadın kullarına karşı oldukça hoşgörülü, kibar ve saygılıydı. Kadınların mescide giriş çıkışlarında kolaylık sağlaması adına onlara ayrı bir kapı tahsis etmiş (Ebû Dâvûd, Salât, 54), gecenin zifiri karanlığı ya da seherin aydınlığında da olsa kadınların camiye gelmelerine engel olmamıştır (Buhârî, Ezan, 162). Allah Resulü, kadınları hayızlı günlerinde olsa dahi bayram namazına çağırmış ve namaz kılmamakla beraber namazgah olarak kullanılan kısmın dışında, arka tarafta bulunup cemaatle birlikte tekbir getirmelerine müsaade etmiştir (Buhârî, Îdeyn, 15). Bayram namazına gelecek uygun kıyafeti olmayan kadınlara ise kardeşinin elbiselerinden birini ödünç almalarını buyurmuştur (Müslim, Îdeyn, 12).
O ki (s.a.s), namaz esnasında ağlayan bir çocuk sesi duyduğunda kıldırdığı namazı kısaltarak (Tirmizî, Salât, 267) bu sayede hem ağlayan yavruyu daha fazla zora koymaz hem de evladı ağlayan annenin mahcubiyet duymasına mâni olurdu. Bu sayede Resul-i Ekrem’in (s.a.s), küçük çocuğu olan bir annenin cemaatle namaz kılmaya devam etmesini, kendisini bir anne olduğu için mescitten soyutlamaması gerektiğini düşündüğü anlaşılmaktadır. Bu anlayış sayesinde daha annesinin koynunda, yanı başında ağlayan bir bebek iken dahi evladın din ve ibadet şuuru ile çekirdekten yetişmesi mümkün oluyordu. Her ne olursa olsun kadın camiden ve cemaatten ayrı kalmamalı idi.
Tüm bunların bilincinde olan Atike bint Zeyd b. Amr, kendisiyle evlenmek isteyen Hz. Ömer’e mescide gitmek konusunda yasak koymama şartı koşmuştur (Ibn Sa’d, et- Tabakat, VIII). Atike haklı da değil midir? Cami Allah’ın, kul Allah’ın iken ikisi arasında bir engel bulunmamalıdır. Bir de cuma vakti Hz. Peygamber’in “Ey insanlar!” nidasını işiten, ardından derhal mescide gitmeye yeltendiğinde yanındaki kadının kendisine; “O, erkekleri çağırıyor.” demesine karşılık, “Ben de insanlardanım.” diyen şahsiyet sahibi Ümmü Seleme vardır (Müslim, Sahih, Fedail,29).
Aradan geçen bunca zamanda ne olmuştur da cemaatle namaz kılmak isteyen bir kadın, yılda bir aya tekabül eden teravih namazlarını bekler olmuştur? Bu acı dönüşümün Hz. Peygamber’in vefatından sonra başladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Abdullah b. Ömer’den nakledilen bir rivayet ise yaşanan bu dönüşümün nedenini ve nasılını açıklamaktadır. “Resulüllah devrinde hakkımızda ayet iner korkusu ile kadınlarımıza elimizi ve dilimizi uzatmaktan sakınırdık. Resulüllah vefat edince dilimizi ve ellerimizi onlara uzatmaya başladık.” (Buhârî, Nikâh, 80)
Vakar sahibi, akıl ve mantık ile hareket eden, irade sahibi, Allah’ın kendisine muhatap kıldığı kadının camiye gitmemesinin sebebi, dinin koyduğu yasaklar değil, Hz. Peygamber’den sonra oluşan İslam geleneğidir, zira Resul-ü Ekrem’in ashabına ifade ettiği üzere kul Allah’ın, mescit Allah’ındır…