BİR İLKBAHAR SABAHI
OkLogo

BİR İLKBAHAR SABAHI

Prof. Dr. Fatma Asiye Şenat


Evet,” diye cevapladı içinde yankılanan şarkıdaki soruyu, "Evet, bir ilkbahar sabahı güneşle uyandım, hatta güneşten de önce uyandım, seher vaktinde… Hafızlık yaparken o saate kadar dallarında suspus oturan kuşların bir anda bir üst makamdan emir almışçasına tesbih cıvıltısını duymuşluğum da çoktur.” diye ekledi. “Rüzgârın latif esişini, uykusundan uyanan çiçeklerin neşesini…” “Çılgın gibi koşarak kırlara uzanmışlığım” olmasa da, “bir his dolup içime, uçuyorum sanmışlığım” da çoktur dedi en son.

Aslında eski bir şarkıya dolanan bütün bu iç konuşmalar mayasını, Kur’an’dan almıştı. Çünkü Kur’an’la hemhâl olana kadar, tabiatta olup biten bütün olaylara son vahiyde yer verildiğini bilmiyordu. Kur’an’ın her bir cümlesine ayet dendiğini biliyordu elbette ama tabiat varlık ve olaylarının da Kur’an’da ayet olarak tanımlandığını onca yıllık dinî öğretimde bile hiç kimse fısıldamamıştı ki kulağına. “Onlar için ölü toprak açık bir kanıttır. Ona can verdik ve ondan taneler çıkardık; işte bundan (yaptıkları yiyecekleri) yiyorlar.” (Yâsîn, 36/33) “Gece de onlar için açık bir kanıttır. Gündüzü ondan çekip alırız da karanlıkta kalıverirler.” (Yâsîn, 36/37)

Hatta sadece tabii olanlara değil, insan eli değmiş olanlara da ayet diyordu; ham maddeyi, tasarım ve uygulama yetisini bahşeden, çoğu kez bir de örneği “Al, buna baka baka sen de yap hayatını kolaylaştıracak şeyler.” dercesine gösteren Yaradan. “Onları ve nesillerini yüklü gemide taşımamız ve binecekleri benzer araçlar yaratmamız da kendileri için açık bir kanıttır.” (Yâsîn, 36/41,42)

Demek Allah, hem Kur’an hem de tabiat aracılığıyla konuşuyordu insanla. Eş zamanlı olarak Kur’an’ın ısrarla tekrar ettiği “kulak-göz-kalp” üçlemesini de (Bakara, 2/7; En’âm, 6/46; A’râf, 7/179.) biraz biraz çözdü: Göz, tabiat dâhil hayatın kendisine gösterdiklerini görecek; kulak, Kur’an’ı işitecek; kalp, bunlar üzerinde işlem yapacak ve iman konusunda nihai kararını verecekti demek. İşte bu yüzden tabiat ayetleri Kur’an’ın ana konularından biriydi. Zira imanın en önemli dayanakları, nişaneleri tabiattan gelmekteydi ya. Dikkat edince gördü ki kâinattaki muhteşem düzene işaret etmeyen sure sayısı son derece azdı. Kur’an, insanın güzele, güzelliğe meftun tarafına hitap ederek tabiat ayetleri üzerinde ısrarla durmakta, böylece somut değerler üzerinden soyut değerlere erişme yöntemini kullanmaktaydı.

Tabiat ayetleri bir yandan insana Allah’ı anlatır. İnci mercandan kıyafete; sütten, baldan kullanılan eşyaya; iğneden ipliğe her şeyin Allah’tan bir ikram olduğuna inanmak, kerim olan Rabbin ihsanlarıyla kuşatıldığını fark etmek, insana ne kadar değerli olduğunu bir kez daha hatırlatır. Rabbin kendisine karşı ne kadar cömert ve merhamet dolu olduğunu binbir çeşit ikramın içinde daha derinden kavrar kul. Bu yüzden tabiatın anlattıklarına kulak kabartmayan, bunun zaten böyle gelmiş, böyle gidecek bir döngü olduğunu kabul edenler ne çok eleştirilmiştir Kur’an’da. (Yusuf, 12/ 105; Nahl,16/83) Zira bu düzenin sorunsuz devamı için müdahale eden (Fâtır, 35/4) Allah’ın emeğini görmezden gelmek anlamına da gelir bu bigânelik.

Tabiatı okumamak ile inkârla arasındaki derin bağlantı, Allah’ın varlığına inandığı hâlde bu imanı hayata yön veren bir değer hâline getirmeyenler için de söz konusudur. Onlar “üzümü yemek ama bağını sormamak” niyetindedirler. Nimeti hak olarak gördüklerinden, bunlara ulaşamayanların durumunu düşünmez, “Bütün bunları kim yarattı da senin hizmetine sundu acep?” sorusuna “Allah” cevabını (Mü’minûn, 23/85, 87, 89) verseler dahi bu farkındalığın gereğini yerine getirmezler.

Allah ile kâinat arasındaki karşılıklı iletişim, Kur’an’da birçok ayette zikredilmiştir. Buna göre Allah, kâinatın düzenini devam ettirmesi için gerekli koşulları ayarlamış, her bir detaya bilgi ve merhametini nakşetmiştir. Tabiat da Yaradan’a karşı tesbihini, zikrini ikmal ederek bir anlamda varlığının şükrânesini sunar.

Kur’an’ın hem akla hem duygulara doğrudan hitap etmesinin iyi örneklerinden birini, tabiat ayetleri teşkil eder. Ay, yıldızlar, dağlar, nehirler, rengârenk ve çeşitli meyveler, sebzeler, en büyüğünden küçüğüne bütün canlılar, insanın varlık kardeşleridir. İnsan bir yönüyle tabiata emanet edilmiştir, bütün bu varlıklar da “yeryüzü halifesi” sıfatıyla ona. Kur’an’a aşina bir inanan için yer gök, dağ taş, çiçek böcek onun imanının yılmaz bekçisi, aynı zamanda zikir arkadaşlarıdır.

İnsan biraz da kendi hayatını okur tabiatta. Ürkek ürkek dallara yürüyen can, mahcup ama neşeli ilk çiçek açmalar, sürgün vermeler, her yeri saran yeşilin binbir tonu… İnsanın çocukluğu, ilk gençliğidir. Bahar istikrar kazanır, ağaçlar meyve, bitkiler sebze vermeye koyulur tıpkı insanın üretmesi, kazanması, çevresine faydalı olması gibi. Ardından yapraklar hafiften pörsümeye başlar, yeşilin tonları o ilk parlaklığını kaybeder, sonbahar gelmiştir, insanın da ilk yaşlılığı. Yapraklar sararır, rüzgâra karşı koyamayarak teker teker dökülmeye başlar, sela ile yitip gittiği haber verilen canlar gibi. Ardından zemheri kış gelir, tek renk kaplar etrafı; kar beyazı, kefen gibi. Uzun bir süre böyle devam eder. Sonunda bahar yağmurlarıyla toprağa can yürüdüğünü görünce bilir, yeniden iman eder kul. Yüce Yaradan, yağmurun toprağa yaptığını günün birinde surda tekrar edecek, ölüyü diri kılacaktır. Bu sefer kavuşma neşesi sarar bütün gönlünü, ölüm sadece gözden nihan oluştur, en derininde kavrar.

İşte bütün bunları geçirdi zihninden bir bir, Kur’an-ı Kerim-i kapattı, özenle yerine yerleştirdi. Bahar neşesiyle açan rengârenk çiçeklere bakarak bir ilahi tutturdu: Dağlar ile taşlar ile / Çağırayım Mevlâm seni / Seherlerde kuşlar ile / Çağırayım Mevlâm seni


Prof. Dr. Fatma Asiye Şenat