OkLogo

"CEZAYİR’İN DİRENİŞ BAYRAĞI: EMİR ABDÜLKADİR"

Koray Şerbetçi

XVI. asır, İslam dünyasının hâkimiyetinin Akdeniz sularında zirveleştiği bir dönemdi. Midillili bir sipahinin çocukları olan atılgan Türk denizcileri Oruç ve Hızır Reis kardeşler, başta İspanyollar olmak üzere diğer Batılı krallıklara bu denizi âdeta dar etmişlerdi. Ama faaliyetleri sadece denizde değildi. Bugün Kuzey Afrika olarak bildiğimiz ve bilindik ismiyle Mağrip denilen bölgenin de talihini değiştirmişlerdi. Çünkü İspanya, bölgeye istila kollarını göndermiş ve Cezayir’e yerleşmeye başlamıştı. İşte bu hengâmede hiçbir devlete bağlı olmayan Oruç ve Hızır Reis kardeşlerin komutasındaki deniz akıncıları, İspanyollarla çarpışmış, onları mağlup ederek Cezayir’den çıkarmışlardı. Böylece belki de ikinci bir Endülüs olacak ve Hristiyanlaşacak bir İslam beldesi kurtarılmış oluyordu. Bu gözü pek kardeşler daha sonraki dönemde bir adım daha atacak ve Cezayir’deki yönetimlerini Osmanlı Devleti ile birleştireceklerdi. Böylece hem Cezayir hem de Mağrip bölgesi İslam dünyasının batı ucu olarak güvenceye alınmış olacaktı.
Osmanlı idaresine giren Cezayir, bir eyalet statüsüne kavuştu. Ülkenin yönetimi Türk yeniçeriler ve onların seçtiği Dayı adı verilen bir vali eliyle yürütülüyordu. Zaman içerisinde Türk-Cezayirli karışımı bir kökene sahip olan ve “Kuloğlu” adıyla bilinen bir topluluk idaresinde yerli kabilelerden destek gören bir sistem oturdu. Ta ki 1830 yılındaki Fransız işgaline kadar.
Peki, Fransızların ne işi vardı bu ülkede? Bu sorunun cevabını aramak, bu yazının öznesi olan Emir Abdülkadir El Cezairî’nin de mücadelesini ve kişiliğini daha iyi anlamamıza zemin hazırlayacaktır.

Fransızların sömürge zihniyeti
Fransızların Cezayir’i işgal etme girişimini anlamak için Fransız aklına bakmak gerekir. Bu tespiti yaparken daha objektif olmak adına da bir Fransız düşünüre başvurmakta fayda vardır. Bu konuda fikirlerine başvuracağımız Fransız düşünür Alfred Fouille’dur. Kendisi kendi milletinin düşünce yapısının âdeta tomografisini çekercesine şu satırları yazmıştır: “Fransızlar kendilerini mutlu edecek şeyin bütün dünyayı mutlu edeceği gibi bir saflığın içindedirler. Bütün insanlık Fransızlar gibi düşünsün ve hissetsin isterler. Fransız ulusal ruhunun yayılmacı ve bulaşıcı olması bundandır.”
Peki Fransız zihni nasıl işler? Buna da şöyle yanıt veriyor Fouille: “Fransızlar öyle bir akıl mantık yürütürler ki tümüyle gerçeklik sanırsınız. Fakat gözleme dayanmadığı için bulunan gerçeklik olayda değil sadece mantık silsilesindedir. (…) Fransızlar iş yapmaktan çok söylemeyi severler. Söyleyince vazifelerini yerine getirdiklerine inanırlar.”
Dahası, XIX. asırda teorik olarak moda olan ama XX. asırda pratiğe dökülerek insanlığa pek çok acı çektiren ırkçılık düşüncesi de bir Fransız icadıdır ve pek çok kanlı işgalin bahanesini de bu hastalıklı fikir oluşturur.
İşte ırkçılığın teorisini kuran düşünür bu Kont Joseph Arthur de Gobineau olmuştur. Gobineau, İnsan Irklarının Eşitsizliği Üzerine adlı eserinde beyaz ırkın aklı ve dürüstlüğü, sarı ırkın faydayı ve düzeni, siyah ırkın ise hırsı ve duygusal yetenekleri temsil ettiğini ileri sürdü ve Nordik adı verilen kuzeyli-beyaz ırkı insanlığın en üst basamağına yerleştirdi.
Gobineau’ya göre ırkların kalıtımla getirdiği özellikler vardı. Batılı-beyaz ırk bir çekim gücüne sahipken sarı ve siyah ırklar itme gücünü bünyelerinde barındırıyordu. Bu nedenle tarih boyunca uygarlık beyaz-batılı ırkın eseriydi. Biz Türklerin içinde bulunduğunu söyledikleri sarı ırk ve siyah ırk hayvanlar gibi uygarlaşmaya yönelik doğal bir isteksizliğe sahipti.
Gobineau’nun bilimsellik diye piyasaya sürdüğü bu sakat görüş, dünyayı yağmalayacak olan Avrupalı sömürgecilere kendiliğinden diğer ırklara ne pahasına olursa olsun “uygarlık” götürme misyonunu yüklemiş oluyordu. Sanırım Fransa’nın Cezayir’i işgal düşüncesi şimdi daha berrak olarak kendisini göstermiş oldu.

Emir Abdülkadir El Cezairî kimdi?
Takvimler 1807 yılını gösterdiğinde Cezayir’in Oran şehrinin yakınlarında mütevazı bir köy olan Kaytana’da dört çocuklu ailenin üçüncü ferdi dünyaya geldi. Abdülkadir’in en büyük şansı bölgede geniş nüfuza sahip bir kadiri şeyhi ve İslam âlimi olan babası Seyyid Muhyeddin oldu. Babasının bir İslam âlimi olmasının yanında aile köklerinin Hz. Hasan’a kadar uzanması da bu saygınlığı perçinliyordu. Böylece Abdülkadir de bu geleneğe yakışır bir ciddiyetle terbiye gördü.
Altı yaşında okuma yazmayı öğrendi. Dönemin meşhur âlimlerinin ellerinde on iki yaşına kadar akaid, Kur’an-ı Kerim ve hadis dersleri aldı. Abdülkadir on dört yaşına geldiğinde artık bir hafızdı. Fakat kabiliyeti sadece İslami ilimlerle sınırlı değildi. Yaşadığı coğrafyanın ondan beklediği fiziksel dayanıklılığa ait her beceriyi de ilim tahsili ile beraber yürüttü. Öyle ki kendisinin mükemmel bir binicilik becerisi olduğu söylenmektedir.
Abdülkadir, yirmili yaşlara eriştiğinde babasıyla birlikte hac ibadetini yerine getirmek için Cezayir’den ayrıldı. İlahi plan onu Mekke’de, Kafkasya’nın işgaline karşı Müslüman direnişin önder ismi Şeyh Şamil’le buluşturdu. Hac ibadetini yapan ve Şeyh Şamil ile görüşen Abdülkadir, sonra Şam ve Bağdat’a oradan da Mısır’a gitti. Bulunduğu bu beldelerde de boş durmadı. Kelam ve İslam felsefesi üzerine dersler aldı. Kendisi aynı zamanda bir mutasavvıftı. Bu nedenle Bağdat’da bulunduğu esnada Abdülkadir Geylani hazretlerinin, Şam’da bulunduğunda da Muhyiddin Arabî hazretlerinin kabirlerini ziyaret etti.
Bu uzun ayrılıktan sonra Abdülkadir vatanına döndü. Ama bu vuslattan çok değil üç ay sonra Fransız sömürgeciliği Cezayir’e karabasan gibi çökecekti.

Cezayir’in işgali
XIX. asrın fırtınalı ikliminde bir hadise yaşandığı rivayet edilir. Bir Osmanlı eyaleti olan Cezayir’in son dayısı yani valisi olarak bilinen Hüseyin Paşa, Fransızlara verilen Mercan Avı imtiyazının vergisini yükseltir. Fransa bunu kabul etmek istemez. Böylece Fransa ve Cezayir ilişkileri bozulur.
Fransa İhtilal günlerinde bir anlaşma yaparak Cezayir’den bir hayli buğday ithal eder. Fakat iş buğdayların parasını ödemeye gelince buna yanaşmaz. Böylece Fransa’ya buğday satan tüccarlar da buğdayın parasını valiye ödeyemezler. Hüseyin Paşa’nın buna cevabı sert olur. Derhâl buğdayların bedeli olarak Fransız gemilerine el koyar. Dönemin Fransız konsolosu Pierre Deval, yaşanan krizi çözmek için paşanın yanına gelir ancak bu diplomatik görüşme bir anda tartışmaya dönüşür. Yine rivayet odur ki Hüseyin Paşa bu tartışma esnasında elindeki yelpazeyi konsolosa fırlatır. İşte bu yelpaze Cezayir-Fransa arasındaki savaşın başlama sebebi olarak görülür.
Elbette bu rivayet biraz Fransızları haklı çıkarmanın kokusunu taşımaktadır. Yukarıda belirtildiği üzere mesele bir tartışma ve hakaret meselesi değil, Fransız düşüncesinin ırkçı ve sömürgeci rengidir. Belki fırlatılan yelpaze aranan bahaneyi vermiştir o kadar.
Fransızlar olayı bahane ederek 1830 yılında Cezayir’e asker çıkarırlar. Fransız güçleri karşısında Cezayir savunması zayıf kalır. Dahası, Osmanlı Devleti de çok zor günler geçirmektedir. Bu nedenle uzaktaki bu eyaletinin imdadına koşamaz. Çok değil bu olaydan üç sene önce Osmanlı donanması birleşik bir Batı deniz gücü tarafından Navarin’de yok edilmiştir. Ayrıca Rus-Osmanlı savaşı da sürmektedir. İşte tüm bu olumsuz şartlar altında Cezayir direnemez ve teslim olur.

Emir Abdülkadir’in direnişi başlatması
Hac ve ilim tahsili yolculuğundan vatanına dönen Abdülkadir, bu dönüşten üç ay sonra ülkesinin işgaline tanık olur. Fransa, ilk günlerde Cezayir’i çok kolay bir şekilde işgal edebileceğini düşünür. Ama ülke içlerine sokuldukça meselenin kolay olmadığını anlar. Hiç beklemediği bir direnişle karşılaşır.
Tam bu noktada yirmili yaşlarda olan Abdülkadir boy gösterir. Kabileler, Fransız sömürgeciliğine karşı direnişin lideri olarak saygın âlim Şeyh Muhyiddin’i sultan ilan etmek isterler. Fakat o yaşlılığını ileri sürer ve liderlik için oğlu Abdülkadir’i işaret eder. Bu teklif kabileler tarafından olumlu karşılanır ve Abdülkadir’in liderliğinde birleşirler. Abdülkadir, Fas sultanını hükümdar tanıdığını ilan eder ve “emîrü’l-mü’minîn” unvanını alır. Artık bundan sonra o, Fas Sultanı Abdurrahman’ın halifesi sıfatıyla Fransızlara ve onlarla iş birliğinde bulunanlara karşı mücadeleye başlayan Emir Abdülkadir’dir.
Direniş hızlı başlar ve Fransızları âdeta afallatır. Emir Abdülkadir, 1835 senesinde harekete geçer. Makta bölgesinde Fransız ordusuyla çarpışır. Tarihte “Makta Savaşı” olarak bilinen bu muharebede işgal komutanı General Trezel’in birliklerini bozguna uğratır. Kısa sürede Cezayir’i ele geçireceğinden emin Fransız idarecileri şaşırır ve öfkelenirler. Bu yenilgi üzerine bu kez de General Bugeaud’u daha kalabalık bir askerî gücü ile Emir’in üzerine yollarlar. Emir Abdülkadir’in mücahitleri yine Fransız birliklerine ağır kayıplar verdirirler. Direnişi kıramayacağını anlayan Fransa, Emir Abdülkadir ile Tafna Antlaşması’nı imzalar. Buna göre Emir Abdülkadir, Cezayir’in yaklaşık üçte ikisine hâkim olacak, Fransa’ya ise Cezayir’de sadece birkaç liman bırakılacaktır.
Antlaşma sonrası Emir Abdülkadir hemen bir devlet yapısı teşkilatlandırmaya başlar. İslami ilkeler doğrultusunda yasa ve kanunlar hazırlar, bazı kabilelerin geçmişten gelen imtiyazlarını iptal ederek zekât toplanmasını düzenler. Fas üzerinden satın aldığı silahlarla direnişçi grupları düzenli bir orduya dönüştürmeye başlar. Bu ateşkes dönemi ne yazık ki 1839’a kadar sürer. Ardından yeniden savaş patlar.

Yeniden direniş ve son
Fransa kralı Louis Philippe, Cezayir’de Fransa’nın düştüğü durumu kabullenememiştir. 1839 yılında Fransa ülkenin doğusunun kendi nüfuz alanında olduğunu iddia eder ve Konstantin şehrini ele geçirirler. Bunun üzerine Emir Abdülkadir, Fransa’ya karşı tekrar cihat ilan eder.
Emir Abdülkadir ve kuvvetleri direnişlerini aynı kararlılıkla sürdürür. Fakat Cezayir genel valiliğine atanan Bugeaud, güçlendirilmiş askerî birlikleriyle Emir Abdülkadir’in üzerine gider. Bu kez Fransızlar daha temkinlidirler. Adım adım Emir Abdülkadir’in elindeki bazı şehirleri işgal ederler. Öyle ki Emir Abdülkadir’in ordugâhını bile basarlar. Zor durumda kalan Emir Abdülkadir Fas’a sığınır.
Fransızlar durmaz. Emir Abdülkadir’i topraklarında barındırmaması için Fas sultanına baskı uygularlar. Fas sultanı buna yanaşmayınca bu kez Fas’a saldırırlar. 1844’te Fas ordusu mağlup edilir. Yapılan antlaşma gereği Fas sultanı, Emir Abdülkadir’i haydut ilan eder.
Ama Emir de vazgeçmez. Yine Cezayir’e gider. İki yıl boyunca Fransızlar kendisini yakalamak için ne kadar uğraşsalar da başarılı olamazlar. Fakat Fas sultanının kendisinden desteğini çekmesiyle yavaş yavaş kabileler de Emir Abdülkadir’den ayrılmaya başlar. Böylece emrinde sadece küçük birlik kalır. 1847’de de bu küçük direnişçi grup Fransız ordusunca kuşatılır ve Emir Abdülkadir ele geçirilir. Elbette silahlı direniş de son bulur.

Sürgün yılları
Emir Abdülkadir’in Fransızlara esir olmasından sonra sürgün günleri başlar. 1852’ye kadar Fransa’da tutuklu kalır. Cezayir’e dönmemek şartıyla serbest bırakılınca da Bursa’ya gider. Bir süre burada ikamet eder. Ardından vefat edene kadar yaşamını sürdüreceği Şam’a gider. Burada ölümüne dek ilimle yakından ilgilenip tasavvuf ve marifetle ilgili çeşitli eserler kaleme alır. 26 Mayıs 1883’te Şam’da vefat eder.
Emir Abdülkadir Cezayir direnişinin sembol ismi hâline gelmiştir. Kendisi cesur ve dindar bir idarecidir. Direnişte askerlik kabiliyetini göstermiş aynı zamanda Fransa ile ilişkilerinde siyasi maharetini de ortaya koymuştur. Muhyiddin İbni Arabi geleneğinin takipçilerinden olan Emir Abdülkadir, gerektiğinde sert davranan ama adaleti gözeten ve merhameti elden bırakmayan bir Müslüman lider olarak tarihe geçmiştir.

Koray Şerbetçi