OkLogo

PAZAR TAHTALARI

Hasan Kaçan

Çarşamba günleri pazar kurulurdu mahallemizde.
Ertesi günü ise pazar tezgâhları arka sokakta boş bir arsaya kaldırılırdı.
Biz çocuklar, o üst üste yığılmış tahta tezgâhlar arasında koşturur, saklambaç oynar, zaman zaman da mahalle savaşı çıkarıp arsızlık yapardık. Biraz haddi aştığımızda ise oto tamircisi Numan usta dükkânından çıkar, söyle kaşları çatık bi bakar “kaportaya iki çekiç isteyen varsa buyursun?” diye sorusunu sorardı. Tabii ki anında kaçardık evlere. Allah muhafaza kaportaya kim çekiç yemek ister?
Pazar tezgâhları yağmurun, çamurun altında zamanla çürürdü.
Cevval ve gözü pek çocuklar çürüyen tezgâhları parçalar, eve soba tutuşturmak için götürürdü.
Kalın tahtaları kırmak, parçalamak güç kuvvet isteyen bir şeydi. Tabii aramızda çelimsizler çok, kol kuvveti olan çocuk azdı. Zaten kuvvetli olanlar da doğal olarak minik mahalle çetesinin reisi olurlardı.
Mahallemizde çetesi olmayan, ama tek başına korku salan bir oğlan vardı; Adnan.
Roman çocuğuydu Adnan.
Pazar tahtalarının arasında bir yere kendince bir yer yapmış, ev ve mektep dışında burada yaşardı. Yabancı filmlerde çocuklar ağaç üzerine tahtadan evler yapar ya. Adnan da yerde bir tahta ev yapmıştı. Korkardık, çekinirdik. Bir gün bile yırtık pırtık bir çuval parçasıyla örttüğü o tahta evin içine açıp da bakmaya cesaret edemedik. Çocuk aklıyla “acaba hep orada mı yaşar?” diye düşünürdüm. Bir gün nasıl olduysa bakmaya cesaret ettim, kafasını çıkarıp “şşşttt çaktırma burası benim kümesim. Tavuğum var onu besliyorum.” Dedi ve iki yumurta uzattı. Ürkmüştüm ama yumurtaları uzatınca da sevinmiştim. Sonra birbirimizi tanıdık.
Adının Adan olduğunu söyledi.
Adnan yalnız bir çocuktu. Arkadaşı da yoktu. Herhalde görüştüğü tek yaş dengi ben olmuştum.
Bir gün evde idik, Ramazan-ı Şerif ayıydı… Ben camii minaresindeki kandillere bakmış ve “Kandiller yandııı!” diye bağırmıştım. Ailece iftarımızı yapmıştık. Niyeyse aklıma Adnan düşmüştü. Hala, oyun alanı olarak kullandığımız pazar tahtalarının olduğu yerde mi idi? Mutfaktan ekmeğin arasına haşlanmış yumurta koyup arsaya doğru yürüdüm. Hava hafif kararmaya başlamıştı. Bir de baktım ki Adnan tahtaların arasında sırtını dayamış bir şey okuyor. “Kardeş al şunu orucunu aç” diye gazeteye sardığım yumurtalı ekmeği uzattım. O sert çocuk “sağol birader, Allah kabul etsin” dedi.
Aradan yıllar geçti. Büyüdük. Evlenip o sevdiğim mahalleden başka bir mahalleye taşındım. Annemler hala orada oturuyordu.
Bir gün gene bir Ramazan ayında annemlere iftara uğrayacaktım. Beyoğlu Balık Pazarı’ndan iftariyelik bir şeyler alıp Tarlabaşı yokuşu’ndan aşağıya yürümeye başladım.
Bir an, caddenin ortasında çocukluğumuzda oynadığımız Pazar tezgâhlarını gördüm. Saçları dökülmüş benim yaşlarımda bir adam da tahta tezgâhların başında bir aşağı bir yukarı koşturuyordu.
Bir an göz göze geldik.
“Hasan?” dedi. “Hasan sen misin?”
Üstü başı yağ içinde koştu sarıldı bana. “Ben Atnan’ım lan, atırlamadın mı?
“Adnan?”
“Atnan tabii ya. Yumurtacı Atnan’ı tanımadın mı Hasaan???”
Yıllar sonra gene Pazar tezgahlarının arasında karşılaşmıştık. Adnan artık oto boyacılığı yapıyordu.
“Mahalleliye iftar sofrası hazırlıyom. Hadi sen de katıl.” deyince şaşırdım. Yıllar öncesinin sert ve katı Adnan’ı onlarca pazar tezgâhını yan yana birleştirip, elinde avucunda boyacılıktan kazandığı ne varsa ‘iftar sofrası’na yatırıyordu. O gün, çocukluğumuzun pazar tezgâhları bu defa bize iftar masası olmuş, Adnan gibi gani gönüllü arkadaşım ve onlarca komşumuzla birlikte iftar yapmak nasip olmuştu.

Hasan Kaçan