OkLogo

KURBAN VE BAYRAMIN ANLAM DÜNYASINA ASR-I SAADET PENCERESİNDEN BAKMAK

Prof. Dr. Eyüp Baş

Kurban Bayramı, biz Müslümanların kutladığı iki dinî bayramdan birisidir. Bu bayrama Arapçada kurbanlık hayvanı kesme bayramı anlamına gelen “Iydü’l-edhâ/Yevm-i Edhâ” ve “Iydü’n-nahr/Yevm-i Nahr” ifadeleri kullanılır. Kurban kesmeye işaret eden udhiyye, hedy, atîre, akîka, nezr gibi farklı vesileler için de dilimize yerleşen “kurban” sözü hepsiyle ortak ve birlikte kullanılır hâle gelmiştir.

Kurban Bayramı kadim bir geleneğe dayanmaktadır. Çeşitli rivayet ve anlatıları bir yana bırakıp bunu sadece Kur’an-ı Kerim çerçevesinde ele alacak olursak şunu görmüş oluruz: Hz. İbrahim (a.s.), peygamber olunca kavmini imana davet eder ve onlarla uzun süre mücadele eder. Sonra babasına aynı çağrıda bulununca, meydana gelen tartışmada, Hz. İbrahim “Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen andolsun seni taşlatırım; şimdi uzun bir süre gözüme görünme!” diyen babası tarafından kovulur. Böylece yurdunu terk etmek zorunda kalır. Yaşlanmış, çocuğu olmamış eşi ile beraber yabancı diyarlara göç eder. Artık çocuksuzluk ve gurbet acısı âdeta iliklerine işler. Tam bu sırada Rabbi kendisine halim ve itaatkâr bir çocuk vaat eder. Başından geçenlere bakılırsa bu çocuk Hz. İbrahim için çok önemlidir. Allah’ın vaadi gerçekleşir, çocuk doğar, biraz büyür, hayat şartları karşısında babasına yardımcı olabilecek bir çağa gelir. İşte tam bu sırada ihtiyar baba rüyada çocuğunu, yani Hz. İsmail’i boğazladığını görür. Fakat bu rüya sıradan kimselerin rüyası gibi değildir. Bu rüya, rüyada bir vahiydir. Çünkü peygamberlerin rüyası da bir çeşit vahiy demektir. Hz. İbrahim vahiyle gelen bu bilginin gereğini yapmak konusunda kendisini mecbur hisseder. İhtiyar baba bu durum karşısında hayli sarsılmıştır. Çocuğu kendisine müjdeleyen Yüce Yaratıcı, bu sefer onun boğazlanmasını istemiştir. Veren de alan da aynı olduğuna göre, vermesinde ve almasında bir hikmet olması lazımdır. Baba meseleyi oğluna açıkça anlatır. Çocuk da babasının aldığı emri yerine getirmesini uygun görerek kendisinin bu durum karşısında sabırlı olacağını söyler. İhtiyar baba gördüğü rüyayı uygulamaya teşebbüs eder, oğlunu yanı üzere yatırır, bıçağı çekeceği an ilahi nida tekrar vuku bulur. Hz. İbrahim’e rüyasının doğru olduğu, bu durumun onun samimiyeti hakkında bir sınav olduğu, kazandığı için de mükâfatını göreceği kendisine müjdelenirken, oğlunun yerine bir kurban kesmesi bildirilir ve bu kurbanın gelecek nesillere de intikal edeceği haber verilir. (Bkz. Meryem, 19/41-48; Saffat, 37/100-108.)

Oğlunu kurban etmekle imtihan edilen Hz. İbrahim’den başka, böyle bir sınanmaya maruz kalan herhangi bir peygamber yoktur. Böylesine büyük bir imtihan vermenin ancak ona düşmüş olmasına, Hz. İbrahim’in bizzat kendisinin sebep olduğu söylenebilir. Zira Hz. İbrahim, bu yaşadıklarından daha önce Cenab-ı Hakk’tan ölüleri nasıl dirilttiğini görmeyi istemiştir. Cenab-ı Hakk, inanıp inanmadığını sorduğunda Hz. İbrahim de “Evet inanıyorum fakat bunu kalbimin tatmin olması için istiyorum.” deyince, Cenab-ı Hakk isteğini yerine getirmiştir. (Bakara, 2/260.) Hiçbir peygamber de Cenab-ı Hak’tan böyle bir istekte bulunmamıştır. Deyim yerindeyse Hz. İbrahim, kendince Allah’ı sınamıştır, Allah da onu.

İşte Hz. İbrahim’in bu kıssası, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.s.) kurban ibadetinin İslam dinindeki meşruiyetini ortaya koyarken dayandığı vahiyler oldu. Kurbanın, atası Hz. İbrahim’den kendi zamanına kadar devam eden bir dinî gelenek olduğunu Müslümanlarla paylaştı. Araplarca hicretin ikinci yılında hac ayı olan zilhicce ayına gelindiğinde, bu ayın onuncu günü Kurban Bayramı namazı kıldırdı, kurbanlar kestirdi. Aynen Ramazan Bayramı’nda olduğu gibi Müslümanların birbirlerini ziyaret edip tebrikleşmelerini teşvik etti (10 Zilhicce 2/3 Haziran 624). Hz. Peygamber bu uygulamayı, Mekke’deyken şirk unsurlarıyla bezenmiş hac ibadetinin bir parçası olan, Allah’tan başka varlıkların adı anılarak (tehlil) kesilen hayvanların etini yemenin haram kılındığını bildiren ayetlerle (Bakara, 2/173; Maide, 5/3; Enam, 6/145; Nahl, 16/115.) ve kurbanların kanlarını teberrüken Kâbe’nin duvarlarına sürmenin bir şirk ritüeli olduğuna atfen, “[Bilin ki] kestiğiniz kurbanların ne etleri ne kanları Allah’a ulaşır. O’na ulaşan, yalnızca sizin iyi niyet ve samimiyetinizdir.” (Hac, 22/37.) şeklindeki Rabbinin buyruğu ile hayata geçirdi.

Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed, Medine’de bulunduğu on yıl süresince her yıl aynı şekilde kurban kesti ve Müslümanlarla birlikte bayram kutlaması yaptı. Kurban Bayramı kutlamalarını, Ramazan Bayramı’nda olduğu gibi musalla adı verilen geniş bir alanda (namazgâh), kadınların ve genç kızların da katıldıkları bayram namazı ile başlatırdı. Namaz ve hutbenin ardından tekbirlerle kurbanları kestirirdi. (İbn Sa’d, I, 213-214.)

Hz. Peygamber bayram günlerinin, oruç değil yeme içme ve Allah’ı anma günleri olduğunu söyler, ashabını şu sözlerle kurban kesmeye teşvik ederdi: “Âdemoğlu, kurban günü Allah katında kurban kesmekten daha sevimli bir amal işlemez. Kurban, kıyamet günü boynuzları, kılları ve tırnaklarıyla gelir. Kurbanın daha kanı yere düşmeden önce Allah tarafından kabul edilir. Bu sebeple kestiğiniz kurbanlarla nefsinizi arındırın.” (Tirmizi, Edâhi, 1.)

Sevgili Peygamberimiz bayramların kalabalıkla ve büyük bir coşku içinde kutlanmasını arzu ederdi. Hatta bu arada kılıç kalkanla yapılan folklorik gösterilere izin verir; Mescid-i Nebevi’nin toprak zemini üzerinde bir grup Habeşlinin yaptığı bu gösterileri eşi Hz. Aişe ile birlikte izlerdi (Müslim, “Salâtü’l-’ideyn”, 11, 12, 22). Hz. Peygamber sergilediği bu tutumla tüm Müslümanlara İslamiyet’in, insan varlığını bir bütün olarak ele aldığını gösterdi. İnsanın madde ve ruhtan ibaret olduğunu, sonra da her ikisi arasındaki dengeyi korumaya özen gösterdiğini kavrattı. İslam’ın insanın ruh yönünü ele aldığı zaman madde yönünü ihmal etmediğini, maddesini yoğurduğu zaman da ruhunu onun hamuru içine kattığını hissettirdi.

Ramazan Bayramı’nda fitre vermek şart koşulmuştu. Bu uygulama yoksullara yapılması öngörülen yardımdan başka bir şey değildi. Kurban Bayramı’nda değişik bir şeyin olması zevk ve neşeye daha uygundu. Bu da yemek ziyafeti oldu. Yemek ziyafetinde en önemli yemek, şüphesiz ki insanlık tarihinin en önemli besin kaynağı olan et idi. İşte bu, herkesin sofrasına aynı cins yemeğin temin edilmesi ve zenginin, fakirin birkaç gün aynı yemeğin tadını müşterek olarak duymalarını ve böylece ruhi beraberliğin yanında, maddi beraberlik ve yardımlaşmalarını sağlamıştı. Oysa İslam öncesinde Arapların cahilane inanç, tutum ve davranışlarını İslam sonrası dönemden ayırmak için kullanılan Cahiliye Dönemi ibadet anlayışında, Kâbe’nin etrafında yer alan, ilahi değer atfedilen ve özelliğine göre “ensâb, esnâm, evsân” denilen taşlara kurbanlar kesilerek ibadet edilir; kurban etlerinden yemek haram kabul edilir, bunlar parçalanarak dikili taşların üzerine bırakılır, yırtıcı hayvanlara ve kuşlara terk edilirdi. İslam öncesi Arapların bu âdetleri “Onlardan hem kendiniz yiyin hem de ihtiyacını gizleyen ve gizlemeyen fakirlere yedirin.” (Hac, 22/36.) ayetiyle reddedilmiş oldu.

Hz. Peygamber’in kurban etinin dağıtımı ve saklanışı hakkındaki tavsiyeleri de söz konusu hususu yüzyıllarca âdeta canlı bir şekilde toplum hayatına yansıttı. Onun, bazen etin hepsinin dağıtılmasını, bazen üçte birisinin geri bırakılabileceğini, bazen etin üç günden fazla kalmamasını ve bazen de fazla saklanabileceğini açıklaması, toplumun her kesiminin zaman ve mekâna göre olan ihtiyaçlarının dikkate alınarak hareket edilmesi gerektiğini ortaya koymaktaydı. Zira İslam bu toplumsal ruhu herkese madde ile tattırmayı amaç edinmişti. Bunu yapabilmek için kurbanın kanını akıtmayı şart koşmuştu. İşte bu sebeple ilerleyen zamanda kurbanlık hayvanın kıymetini para olarak dağıtmak İslam âlimlerince hiçbir zaman uygun görülmedi. Zira bunun aksi durumda bayramda bir beraberlik olmayacak; kimi kurban eti yerken, kimi ise aldığı birkaç kuruşla kalacak ve hatta kurban eti yerine para dağıtan kimse bile kurban etinden mahrum kalacaktı.

Netice itibarıyla, bu bayrama hac bayramı, tavaf bayramı, Arafat bayramı, Halil İbrahim bayramı, şeytan taşlama bayramı vesair adlar verilebilirdi. Bütün bu iş ve fiillerde insanı cismen ve ruhen Allah’a yaklaştıran, bireysel ve toplumsal bir ibadet boyutu vardı. İnsan Allah’a yönelmekte, ruhunu O’nun huzurunda arındırmaya tabi tutmaktaydı. Ancak yüzyıllardır bütün bunların toplamının yapıldığı günler, Kurban Bayramı olarak ilan edilip kutlandı. Söz konusu ibadetler ancak belirli yerlerde ve belirli zamanda; yalnız başına değil, topluluk hâlinde yapılmaktaydı. Her ibadetin samimiyet ve toplumsal yönüne önem veren İslamiyet, insanın ruhunu, içini temizlemeyi, onun sevinçli ve neşeli olmasını amaç edindiği böyle bir zaman diliminde, insanların birbirine ısınmasını ve kaynaşmasını kolaylaştırmak için maddeten onların yaklaşmalarını sağlayacak sebeplere de başvurmuştu. İşte bundan dolayı, öne çıkması muhtemel diğer bazı isimler yerine, “kişiyi Allah’a ve diğer Müslümanlara yaklaştıran” anlamındaki “kurban” kelimesi yüzyıllar boyunca öne çıktı ve “Kurban Bayramı” olarak dilimizde yer etti.


Prof. Dr. Eyüp Baş