OkLogo

HAYATA DAİR

Nilgün Bıyıklı

İşe gitmek için erkenden kalktım. Durağa doğru hızlı hızlı yürümeye başladım. Bir hukuk firmasında çalışıyorum. Zorlukları var ama işimi seviyorum. Aslında küçük yaşlardan itibaren resim merakım vardı. Lise yıllarında bu merak gelişip serpilmişti. Epey ustaca tablolara imza atar olmuştum. Hatta resim öğretmenimiz ve okul müdürümüzün teşvikiyle belediyenin kültür merkezinde bir sergi bile açmıştım. Bizimkiler resim yapmama hiç karışmadılar, “Derslerini aksatma da yavrum…” Hep söyledikleri buydu; bütün notlarım çok iyiydi. Derslerimi aksatmadan ama resim sevgimden de vazgeçmeden liseyi bitirdim. Üniversite sınavına hazırlanırken dahi stresimi tuvalin karşısında attım diyebilirim.
Sınav sonuçları açıklandığında evde bir bayram havası esti. İyi bir puan almıştım ve yaşadığım şehirde hem benim hem ailemin hayallerini süsleyen Hukuk Fakültesine rahatlıkla yerleşebilecektim. Yerleştirme sonuçları da beklediğimiz gibi geldi. Okul bitti, avukat oldum. Fakat ilk yıllar işler pek de iyi gitmedi. Önce bir hukuk bürosu açmak istedim ama iyi bir avukat olmak için öncelikle piyasada pişmek gerekiyormuş. Hukuk bürolarını dolaştım. İş aradım. Neyse ki iyi bir hukuk firmasında iş buldum. Fakültedeki teorik bilgilerimi geliştirdim. Benim gibi alt kadroda çalışan beş avukat daha var. Zamanla her şey yoluna girdi. Avukatlığın yanında resim yapmaya da devam ettim. Ne hayalimden ne de resim tutkumdan vazgeçtim. İnsan arzu etti mi her iki işte de başarı gösterebiliyor. Bu noktada en büyük destekçim ailem oldu. Büronun sahibi bizden yaşça büyük ünlü bir avukat. Bize iş vermekle kalmadı, mesleğin zorluklarını da öğretti. Her davada, hazırladığımız dosyaları dikkatle inceliyor, eksiklerimizi gidermekle kalmıyor, mesleki bilgisinden de istifade etmemiz için bizimle tecrübelerini paylaşıyordu. Bizden çok memnun. Geçenlerde emekliliğin artık geldiğini büroyu bize emanet edip işleri dışardan takip edeceğini söyledi. Üstelik sayemizde büronun daha da geliştiğini yeni dönemde bu durumun maaşlarımıza da yansıyacağını ima etti. Ne kadar sevindim anlatamam. Uzun zamandır bir araba almak istiyordum. Artık işe rahat gider gelirim.
Durak çok kalabalık. Gelen iki otobüse de binemedim. Hah, bir bu eksikti! Meraklı komşularımız Müzeyyen ve Asuman Teyzeler sabah alışverişinden geliyorlar, beni her gördüklerinde, koskoca avukat oldun bir araba alamadın gitti, diye takılırlar.
“Sinan Bey oğlum. Nasılsın? İşlerin nasıl? Mahallece seninle iftihar ediyoruz. Koskoca avukat çıktın. Okudun da kendini kurtardın evladım. Bak Şermin Abla’nın oğlu Enes’e, okumadı da ne oldu? Gitti başka şehirde bir lokantada çalışıyormuş. İyi yaptın evladım, iyi… Ama sen de artık bir araba al kendine. Her sabah otobüslerde perişan oluyorsun.”

İşimi Seviyorum
Bugün bir haftalığına annemlerin yanına geldim. Havaalanından bindiğim otobüsteyim trafik biraz sıkışık. Allah’tan ev durağa yakın. Caddede indim, iki dakika yürüyüveririm canım, ne olacak?
Bu sıkışıklığı gördükçe iyi ki gitmişim buralardan diyorum. Bu ne çile böyle? Duraktaki otobüs, kapısını güçlükle kapattı, hareket etti. Şu içeride akrobatik hareketler yapan Sinan değil mi? Avukat oldu, diye duymuştum. Zehir gibi bir kafası vardı. Yazları bile ders çalışırdı. Allah işlerini rast getirsin. Sonunda hayaline kavuştu. Bense lise 1’i bitirdiğimiz yaz çalıştığım işin hayatımın akışını değiştireceğini nereden bilebilirdim ki?
Evde yemek yaparken anneme hep yardım ederdim. Yemeklerin farklı farklı kokuları beni benden alırdı. Rahmetli babam da “Madem o kadar seviyorsun yemek işini, seni bir lokantaya vereyim de çalış.” diyerek meşhur bir restoranda bulaşıkçı olarak işe sokmuştu. İşimi çabuk çabuk yapar, sonra mutfakta yemek yapan şeflerin yanına koşardım. Onları izlemek müthiş keyif verirdi. Sonra bir gün şef beni yanına çağırdı, sohbet ettik. Önündeki baharatların adlarını sordu. Hepsini tek tek saydım. Hangisinin nasıl bir aroması olduğunu, hangi yemeğe konulunca nasıl bir lezzet katacağını filan söyledim. Aferin, dedi. Ertesi gün restoran müdürü beni yanına çağırdı, bundan böyle şefin asistanlığını yapacağımı söyledi.
Olaylar o kadar hızlı gelişti ki. Önce babamı bir trafik kazasında kaybettik, sonra ablamın üniversite kursu meselesi çıktı. Dersleri çok iyiydi ancak kurs olmadan kazanmak da zordu. Ne yapacağız diye kara kara ne yapacağını şefim bana yeni bir iş teklifiyle geldi. İzmir’de çok güzel bir semtte, çok büyük bir mekânı tuttuğunu, ancak bu işin altından tek başına kalkamayacağını söyledi. Gel, dedi, ortak olalım… İşte gidiş o gidiş. Şimdi durumum iyi çok şükür. İşimi de çok seviyorum.
Önümde mahallemizin iki ihtiyar teyzesi, ellerinde poşetlerle aheste aheste yürüyorlar. Hemen yanlarına seğirttim, kaptım ellerinden poşetleri. “Verin, ben taşırım!” “Aaa, Enes? Nereden çıktın sen yahu? Aaa, bak sen! Daha iki dakika önce kulaklarını çınlattık Sinan’la. Dedim Enes gitti gurbetlere. Ah yavrum ah, keşke sen de okusaydın. Geldik yavrum, ver sen poşetleri, biz bundan sonrasını hallederiz…”

Nilgün Bıyıklı