GÜZEL AHLAK: İMANI KEMALE ERDİREN VASIF
Halil Kılıç
“Mümin; tan edip ayıplayan, lanet eden, çirkin söz söyleyen ve hayâsız bir kimse değildir.” (Tirmizi, Birr ve Sıla, 48; Müsned-i Ahmed, VI, 390.)
Din, dünya hayatında insanın kendisiyle, Rabbiyle ve bütün mahlûkatla olan iletişimini düzenleyen ilahi kurallar bütünüdür. İnsanın hem dünyada hem de ahirette mutlu ve huzurlu bir yaşam sürmesini amaçlamayan bu ilahi kuralları üç başlık altında toplamak mümkündür: iman, ibadet ve ahlak. Aralarında kopmaz bir bağ bulunan bu üç başlığa dair dinin pek çok emir, yasak ve tavsiyeleri bulunmaktadır. Özellikle de iman ve ibadetin pratik bir sonucu olan ahlak, dinin özünü teşkil etmektedir. Nitekim “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” (Muvattâ, Husnü’l Huluk, 8; Müsned, XIV/513) hadisinde, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) gönderiliş gayesi olarak ahlaka vurgu yapılmaktadır.
İşte yukarıdaki hadis, İslam ahlakıyla imanlarını süslemeleri ve kemale erdirmeleri noktasında Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Müslümanlara verdiği pek çok eşsiz mesajdan sadece bir tanesidir. Hadiste insanlar arasında kin ve nefret tohumları ekecek olan özellikle de dilden kaynaklı olumsuz tutumların Müslümanda bulunamayacağı etkili bir biçimde ortaya koyulmuş ve müminde bulunmaması gereken dört hususa yer verilmiştir. Buna göre mümin:
Tan edici değildir
Hadiste zikri geçen “tan edici” ifadesinden maksadın insanları sürekli ayıplayan kişi olduğu ifade edilmiştir. Ayrıca tan etmek, başkalarının onur ve haysiyetine dil uzatmak, onları karalamak veya kınamak anlamlarına da gelmektedir. Oysa akıllı mümin, eksik ve kusurlarından dolayı başkalarını ayıplamak, karalamak veya kınamak yerine kendi eksiklerine bakmalı; Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Akıllı kişi kendini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışandır.” (Tirmizi, Sıfatu’l-Kıyâme, 25.) buyruğundan hareketle kendi ayıp ve kusurlarıyla ilgilenmelidir. Bu noktada mümince duruş, Mevlâna’nın “Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.” düsturuna sarılmakla olacaktır.
Lanet edici değildir
Allah’ın bağış ve merhametinden uzak bırakılmayı ifade eden lanet kavramı, bir önceki maddede yer alan tan etmekten daha kötü bir davranıştır. Zira bir kimsenin, mümin kardeşine lanet etmesi, onun Allah’ın rahmetinden uzak olmasını istemesi anlamına gelmektedir. Oysaki müminlerin, kendileri için sevip istedikleri şeyleri mümin kardeşleri için de istemeleri icap ederdi. Yine müminlerin, bir bedenin uzuvları mesabesinde olup birini rahatsız eden şeyin diğerlerini de huzursuz etmesi gerekirdi. Bu duyguları taşımak bir yana, ilahi rahmeti bile mümin kardeşine çok görmek, onu diri diri ateşe atmaktan pek de farklı değildir. Tam bu noktada Peygamberimizin “Mümine lanet etmek onu öldürmek gibidir.” (Müslim, İman, 110.) sözü çok daha anlaşılır hâle gelmektedir. Çünkü bir kişiyi öldürmek onun dünyevi nimetlerden nasıl mahrum olmasına neden oluyorsa lanet okumak da müminin uhrevi nimetlerden mahrum olmasını temenni etmek olduğundan onu öldürmekle eş tutulmuştur.
Lanetin müminlere yönelik olması yanlış olduğu gibi diğer insanlara hatta tüm canlılara yönelik olması da aynı şekilde yanlıştır. İstisnai bazı hâlleri bir tarafa koyacak olursak gayrimüslim biri için lanet yerine hidayet ve istikamet talebinde bulunarak ebedî âlemde onun da sonsuz rahmetten nasibdâr olmasını arzulamak, yüce gönüllü müminlere daha çok yaraşır bir davranış olacaktır.
Dili hayâsız değildir
Hadiste zikri geçen “fâhiş” kelimesinden maksadın yalan, alay, sövme, hakaret etme gibi dilden sadır olan her türlü çirkin sözler olduğu ifade edilmiştir. Üç günden fazla küs durmaları helal olmayan müminlerin kırgınlığa ve küskünlüğe yol açacak ve aralarındaki gönül köprülerini yok edecek her türlü yalandan, alaydan, kaba ve çirkin sözden uzak durmaları İslam ahlakının olmazsa olmazlarındandır. Müminler, “Sağında ve solunda, onunla beraber oturan iki alıcı melek, yanında hazır birer gözcü olarak söylediği her sözü zapt ederler.” (Kaf, 50/17-18.) ayetini kendilerine rehber edinip ağızlarından çıkan her bir sözün huzur-i divanda hesabı olduğu bilinciyle yaşarlar ve bilerek veya bilmeyerek ağızlarından Hakk’ın razı olmayacağı hiçbir şey çıkmaması için gayret sarf ederler.
Davranışları hayâsız değildir
Bundan önceki üç madde, müminin sözlü davranışlarında dikkat etmesi gereken hususlarla alakalı iken bu son madde (el-bezî’), söz ve eylemlerinin tamamını kapsayan ve “hayâ” olarak çevrilmesi daha uygun olan bir kavramdır. İmanın en güzel tezahürü olan hayâ, insana insan olduğunu hatırlatan, onu irade sahibi olmayan diğer canlılardan ayıran en önemli haslettir. Bu hasleti kaybeden toplumlarda ahlaksızlık kasırgaları bütün sınırları yok etmekte; hayâ duygusunu yitiren insan da yaratılış gayesine aykırı pek çok eylem ve söylemde bulunabilmektedir. Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber (s.a.s), “İnsanların tâ ilk nübüvvet (peygamberlik) mesajından öğrenegeldikleri bir şey de şudur: Eğer utanmazsan dilediğini yap!” (Buhari, Edeb, 78.) buyurmuş ve hayânın kötülükler/ahlaksızlar karşısında en önemli perde olduğuna işaret etmiştir.
Öyleyse iman ve ibadetlerle kuşanan mümin bir bireye düşen en temel vazife, hem dinde kardeşi olan kişilerle hem de hilkatte (yaratılışta) dengi olan bütün insanlarla iletişiminde ve etkileşiminde İslam’ın özü olan güzel ahlaktan ve ahlaki değerlerden uzak olmamaktır. Bu noktada mümin, muhatabı her kim olursa olsun diline ve bütün bedenine hayâyı egemen kılarak hayatının her alanında İslam ahlakını ve güzelliğini yansıtmaya çalışmalıdır.
Hadisten öğrendiklerimiz
1. Gerçek mümin, iman ve ibadetlerin yanı sıra güzel ahlak ve övgüye layık vasıflarla donanmış kişidir.
2. Ayıplama, kınama, lanet etme, yalan söyleme, sövme, alay gibi her türlü çirkin söz ve davranışlardan müminler uzaktır.
3. Mümin, her türlü davranışını Yüce Allah’ın gördüğünü, sağ ve sol taraftaki meleklerin kayıt yaptığını bilip hayâ zırhıyla imanını korumaya alan kişidir.