ŞEYLER VE İNSAN
Abdurrahman Akbaş
Bilişim teknolojilerindeki gelişmelere paralel olarak görsel ve işitsel veri bombardımanının tam ortasında kalan günümüz insanının, kendisiyle ve hakikatle yüzleşme hususunda ciddi zorlukları bulunmaktadır. Dijital dünyanın yaldızlı görüngüleriyle efsunlanmışçasına gün boyu yoğun ve maksatlı uyarıcıların tahripkâr rüzgârıyla oradan buraya savrulup dururken özellikle eşyanın hakikatini idrak noktasında önemli bir zafiyet yaşamaktadır.
Emperyalist bir arka planı bulunan popüler kültürün hükmettiği hayatların rol model addedildiği bir çağa tanıklık ediyoruz. Baskın karakteri ve konjonktürel gücüyle popüler kültür, bireysel, toplumsal ve küresel huzur için yalnız araç olması gereken eşyayı yerinden ederek veya dönüştürerek âdeta hayatın amacı hâline getirmektedir. Bu durum, insanı hazza, hıza ve hırsa müptela etmek suretiyle kısacık ömrün arsız, kararsız ve doyumsuz arzuların kıskacında alabildiğine sığ, süfli ve gündelikçi bir şekilde tüketilmesine yol açmaktadır. Diğer yandan ancak ciddi bir farkındalık ve derinlikli bir arayışla belirecek olan hakikati iyice perdelemekte; varoluşun anlamının, hayatın gayesinin ve eşyanın mahiyetinin idrak edilmesini daha da zorlaştırmaktadır. Bugün pek çok insan, bu meseleyi sorgulama ihtiyacı hissinden bile yoksundur. Bu sebeple çoğu zaman kendi sanal dünyasının öznesi olduğu zannıyla gerçeklikten uzak, yapayalnız ve yüzeysel bir hayat yaşamaktadır. İnsan, anlık değişen gündemlerin tasallutu altındayken hangi şeye gerçekçi, kapsamlı ve derinlikli bir temaşa imkânı bulabilir ki?
Gerçeği yalandan, iyiyi kötüden, hakkı batıldan ayırt etme hususunda mühim açmazları bulunan günümüz insanı, buna rağmen kendi sınırlı, sığ ve görece algısıyla her şeyi, en iyi kendisinin bildiği vehminin de tutsağıdır. Arayışa ket vurduğu için kişinin hakikate ulaşmasını hayli güçleştiren bu durum, iletişim ve etkileşim araçlarının baş döndürücü hızına paralel bir şekilde insandan insana sirayet eden derin bir gafletin dışavurumudur. Bunun; insanın eşya karşısında takındığı tavır, onlara yüklediği anlam ve onlarla kurduğu duyusal, duygusal, ussal ve ruhsal bağ ile de doğrudan ilişkisi vardır. Büyük oranda vehim, kuruntu ve zanna dayalı bu bağ, aynı zamanda eşyanın hakikatine giden yolda insan için çetin bir ayak bağıdır. Ayrıca sözü edilen durumun yol açtığı benmerkezcilik, özünde sosyal bir varlık olan insanın birlikte yaşama kültürünü ve insanlığın ortak geleceğini tehdit etmesi bakımından da yabana atılır şey değildir.
Diğer taraftan insanı metalaştıran tüketim ideolojisinin iletişim ve etkileşim araçları üzerinden ısrarla sürdürdüğü “Sahip olduğun veya tükettiğin şeyler kadar değerlisin.” telkinleri de insanın eşyayla ilişkisini bir başka çıkmaza sürüklemektedir. Bu ve benzeri telkinlere boyun eğenlerin, gözlerini karartarak büyük bir hırsla çokluk (tekâsür) yarışına girişmeleri, kaçınılmaz olmaktadır. Belli bir noktadan sonra ise insan, elde ettiği şeylerin kendini ölümsüzleştireceği yanılgısıyla (Hümeze, 104/3.) mal mülk, makam mevki, tarz moda, şan şöhret, rol statü gibi ederi olan her şeyi, artık uğruna yaşanılası değer kabul edebilmektedir. Sonuçta öznesi olmak için yaratıldığı şeylerin nesnesi hâline dönüşerek gitgide fıtratından uzaklaşan insan, zamanla kendi gerçekliğine bile yabancılaşabilmektedir. Yoksa anbean yaklaşan ölüm gibi bir hakikate rağmen insan, hayatın uhrevi boyutunu gündeminden uzak tutarak eşyayla kurduğu bu çarpık ilişkiyi sürdürmekte ısrar edebilir miydi? Hazzın geçici, vebalinin ise kalıcı olduğu gerçeğini göz ardı ederek heves, arzu ve ihtiraslarının peşinde sürüklenmeyi göze alabilir miydi? Geçici bir süreliğine bu dünyada bulunan insanın buraya ait ne varsa hepsinin yok olup gideceğini bildiği hâlde sahip olduklarının kendisini ölümsüzleştireceğini düşünmesi, bir çürük ipliğe hülya dizmekten başka nedir ki?
Bugün bireyden aileye, toplumdan devlete her alanda baş gösteren pek çok sorun, insanın eşyaya atfettiği anlamın ve onlarla kurduğu ilişkinin çarpıklığından beslenmektedir. Zira söz konusu anlam ve ilişki biçimi, hayatın keyfiyetini, istikametini ve kalitesini belirleyecek derecede etkin; bireysel, toplumsal ve küresel boyutta bugünü ve geleceği şekillendirecek kadar önemli bir unsurdur. Bu yüzden eşyayla ilişkilerini sağlıklı bir düzlemde gerçekleştiremeyenlerin sağlıklı bir hayat ve gelecek inşa etmeleri de mümkün değildir. Dolayısıyla insan, eşya ile fıtri, tabii ve doğru bir ilişki kurabilmek için öncelikle zan, vehim, kuruntu gibi içsel ve ilkel dürtülerden behemehâl uzaklaşmalı, bütün dikkatini eşyanın hakikatini kavramaya yoğunlaştırmalıdır. Bakışlarını çağın kendisine dayattığı sentetik manzaralardan çekip alarak gözlerini görüngünün ötesine dikmelidir. Bakmak yerine görmeyi istemelidir. Hayat kodlarının hız ve haz üzerine kurulduğu, yaşama biçimini moda ve trend kavramlarının belirlediği bir çağda eşyanın sadece zahiriyle cebelleşen günümüz insanının buna her devirden daha fazla ihtiyacı olduğu aşikârdır.
Evvela eşyanın ne olduğu hususunda benimsenecek doğru bir yaklaşım, hakikat arayışı için önemli bir başlangıç olabilir. İslam düşüncesinde eşya, hem Yüce Allah’ın sıfatlarının tecellisi ve tecelligâhı hem de aklın Allah’ı tanımasını kolaylaştıracak araç ve sebepler olarak görülür. Bu, bir bakıma eşyanın yaratılış gayesi olarak da ifade edilebilir. Fiziki ve itibari, maddi ve manevi, hissî ve akli bağlamı bulunan ve kendisinden söz edilmesi mümkün olan tüm varlıklar, bu değerlendirmenin kapsamındadır. Esasen ontolojik bakımdan insan da eşyadan bir “şey”dir. İnsanın henüz varlık sahnesine çıkmadan önce “şey” bile olmadığını ifade eden ayet (İnsan, 76/1.), mefhum-u muhalifiyle buna işaret etmektedir. Şu var ki bilme, anlama, kavrama ve kavramlaştırma kabiliyetiyle insan, eşyanın öznesi olmaya namzet yaratılmış mümtaz bir şeydir. Bu imtiyaz, insanın eşyaya dair fikir, kanaat ve tutum geliştirebilmesini sağlayan imkân, donanım ve potansiyele sahip olması sebebiyledir. İnsanı sair şeylerden ayıran bu özellik, aynı zamanda onun vahye muhatap kılınmasının da temel gerekçelerinden addedilir. Bu açıdan eşyanın hakikatine dair arayış, Yüce Allah’ın varlığını bilmekle mükellef olan insanın uhdesinde bir kulluk ödevidir. Bu minvalde kişiyi eserden müessire ulaştıracak ve her şeyin mutlak sahibi olan Allah’a yaklaştıracak bir bakış ve tasavvur geliştirmek de insanın akıl ve iradesine matuf bir sorumluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu sebeple insan, aklını, gücünü ve iradesini doğru ilkeler muvacehesinde, doğru bir yöntemle kullanarak eşyanın mahiyetini olduğu gibi idrak etmeye çalışmak durumundadır. Yüce Allah’ın isim, fiil ve sıfatlarının nesneleri olan eşyanın gerçek anlam, gaye ve hikmetlerini belirginleştirecek bu çaba, aynı zamanda insanın eşya karşısındaki müstesna konumunun tebarüz emesini de sağlayacak ve potansiyelini baskılayan tutsaklıklardan onu kurtararak varlık ve hayat anlayışını daha sağlıklı bir zemine kavuşturacaktır. Bu meyanda insana yardımcı olacak, ona yol gösterecek ve onu eşya hakkındaki yanılgılardan koruyacak aşkın bir rehberliğe ihtiyaç duyulduğu, müsellem bir hakikattir. Hayata rehberliği açısından vahiy ve nübüvvet, bu noktada en sağlam tutamak ve en güçlü dayanaktır.
Yüce Allah’ın insanlığa bir lütfu olarak vahiy, insanın eşyayla ilişkisinin tevhid, adalet, emanet, merhamet, sorumluluk, ihsan, erdem ve güzel ahlak gibi ilke ve değerler ekseninde kurulmasını teklif etmektedir. Vahyin her teklifini hayata dönüştüren Hz. Peygamber de (s.a.s.) fert ve toplum boyutuyla bütün bir hayatın söz konusu değerler üzerine nasıl inşa edileceğini örnek şahsiyetiyle insanlığa öğretmiştir. Dolayısıyla hayatın her an etkileşime açık seyrettiği günümüzde itikadi, fikrî ve ahlaki savrulmalardan korunabilmek için eşya ile ilişkilerin sürekli gözden geçirilmesi ve vahiy ile nübüvvetin kılavuzluğunda her dem yeniden inşa edilmesi büyük bir önem arz etmektedir. Bunu başarabildiğinde insan, zanna dayalı görece algıların ötesinde bulunan gerçekliklere, yani eşyanın hakiki varlık, anlam, değer ve niteliklerine muttali olma imkânına kavuşacaktır. Böylece bir yandan eşyanın öznesi olması gerektiğinin farkındalığıyla kendi onur ve haysiyetini muhafaza ederken diğer yandan da bağlantı içinde olduğu her şeyden sorgulanacağının bilinciyle söz, tutum ve davranışlarına Kur’an ve sünnet doğrultusunda çekidüzen verebilecektir. O zaman ruhlarda sekinet, hanelerde saadet, şehirlerde selamet, yeryüzünde adalet ve merhamet kendisine yer bulabilecektir.
Abdurrahman AKBAŞ
DİB Başkanlık Müşaviri