OkLogo

EMANETİN ÜÇ HÂLİ: ANAHTAR, MERDİVEN VE MİHRAP

Doç. Dr. Güldane Gündüzöz

Putperest Araplar, “Eyvah! Sonumuz ne olacak? Keşke Hz. Muhammed’e ve ümmetine bu kadar eziyet etmiş olmasaydık.” diye korku içinde, Mekke sokaklarında bir o yana bir bu yana kaçışıyorlardı… Bilmiyorlardı ki Rahmet Peygamberi onları bile affedecekti. Fetih günü, nihayet gelip çatmıştı. Yıllarca kibirlerinin gölgesinde insanlara tepeden bakan, Hübel’i tanrı edinmiş dinsizler, hakikat karşısında kör ve vahyin çağrısına nasıl da sağırdılar. Hırs, iktidar ve tutkunun pençesinde, beşerî benliklerini yitirmiş hâlde Kur’an’ın, “Gördünüz değil mi (aciz durumdaki) Lat’ı, Uzza’yı ve üçüncüsü olan diğerini, Menat’ı?” (Necm, 53/19-20.) diye andığı müşrik putlarının yıkılacağı anın gölgesi, Mekke’nin ve tüm Arabistan’ın üstüne çoktan düşmüştü. Oysa müşriklerin kulaklarında daha dün gibi yankılanmaktaydı, kibrin şirk elbisesine büründüğü “Yaşasın Hübel!” yaygaraları… Gerçi, Mekke’nin emiri Ebu Süfyan, Uhud’da Allah Resulü’ne bu şekilde seslenince Nebi’den cevabını alıvermişti “Allahu a’la ve ecel!” diye. “Büyük ve ulu olan sadece Allah’tır!” ikazıyla bir kez daha müşriklerin sahte tanrıları, küfür dolu sanrıları ile beraber ebedî kurtuluşun engellenemez nidasına çarpıp çöl kumuna karışıvermişti işte. Uhud’un eteklerinde Allah Resulü’nün kararlı sesi, Ebu Süfyan’ı yine aciz bırakmış, müşriklerin reisi, artık ne yapsa da Allah’ın elçisiyle daha ilk başta yenileceği kesin olan, son bir söz düellosuna girmeye yeltenmişti: “Yaşasın Hübel!” diye seslenmişti Resul’e. Nebi ise “(Hübel değil,) Büyük ve ulu olan sadece Allah’tır!” demişti ona. Bu kez Ebu Süfyan, “Bizim Uzza’mız var, sizin Uzza’nız yok ama!” deyince Hz. Peygamber: “Bizim dostumuz Allah! Kâfirlerin, hiç dostu yok ya!” buyurmuştu. İşte bu sözler, şirk ile tevhidin mücadelesini özetlercesine yankılanıyor, coşkuyu ve inancı ateşleyerek dilden dile dolaşıyordu. Bu, bir şiirin ahenkli ve ritmik dizeleri gibi İslam’ın küfürle mücadelesinin gerilimli ve gerçek hikâyesidir aslında… Her Müslümanın bir kez olsun dinlemesi gereken, bir şirk ve tevhid konuşmasıdır. Küfrün, küstahça son bir çırpınışı sezilir onda. Olsun! Nihayetinde Hakk’ın sesi, Uhud Dağı’nın sert yamaçlarından zirvelerine, oradan da kulaklarımıza erişir, yalçın kayalara çarparak, savaşın kurşun gibi ağır toz bulutlarıyla birleşir.

Fetih zamanı geldiğinde toz bulutları da putların puslu havasına bürünmüş şirk karanlığı da dağılacaktır. Bedir, Uhud ve Hendek geride kalmıştır ve artık Mekke’nin fethi zamanıdır. Allah Resulü, fetih günü Mekke’ye girince Kâbe’nin anahtarları kendisinde bulunan ve o sırada müşriklerden olan Osman bin Talha, Kâbe’nin kapısını kilitlemiş ve Beytullah’ın damına çıkmıştır. Allah Resulü’ne anahtarları vermek istemez, direnir. Sidane görevi denilen Kâbe ile ilgilenme, ne de olsa uzun yıllardır onların ailesine ait bir iştir. Allah Resulü, Hz. Ali’yi ona göndererek anahtarları zorla aldırır. Kâbe’ye girilir ve putlar kırılır. Ama o an hiç beklenmedik bir şey gerçekleşir ve Nisa suresinin 58. ayeti nazil olur: “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğütler veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi işitmekte, her şeyi görmektedir.” Bu ilahi ikaz üzerine Allah Resulü Kâbe’nin anahtarlarını Osman bin Talha’ya geri verir. Üstelik bu anahtarların ebediyen Talha ailesinde kalacağını söyler. Öyle ya, emanetler ehline verilmelidir. Osman, koskoca bir orduya kafa tutmuş, anahtarları vermek istememiş, böylece emanetin ehli olduğunu ispat etmiştir. Kâbe’de putlar kırılırken Allah o sırada kâfir bile olsa bir kişinin emanete dair hakkını, vahyettiği ayetle korumuştur. Osman bin Talha, Allah’ın kendisine olan lütfu ile işin ehline verilmesindeki İslam’ın kararlılığı karşısında Müslüman olur.

Fahreddin er-Razi, Kâbe’nin anahtarlarında ifadesini bulan emanetlerin, Allah’a, insanlara ve kişinin kendisine yönelik emanetlerin bir temsili olduğunu belirtir. Allah’a karşı emanetlerin, iyilik ve ibadetlerin, kötü işlerden kaçınmanın genel ifadesi olduğunu söyler. Bunu sahilsiz bir denize benzetir. Gözün, kulağın ve dilin ayrı ayrı emaneti vardır. Gözler ilme, hikmete ve vahye bakacak; kulaklar doğru sözleri işitecek ve diller yalana, gıybete, küfre alet olmayacak ve hakkı söyleyecektir. Şehvet ve gazaba yer yoktur. Kişinin kendisine yönelik emanetlerinde, en yararlı ve faydalı işleri yapma sorumluluğu öne çıkar. Emaneti gökler, yer ve dağlar almazken bunu özgür iradesiyle insan üstlendiğine göre (Ahzab, 33/72.) hakkını vermeli, emanet ve ahitlerine gözü gibi bakmalı (Müminun, 23/8.) ve emanete asla ihanet etmemelidir. (Enfal, 8/27.) Bu doğrultuda Allah Resulü, “Emanete ihanet edenin imanı yoktur.” düsturunu bize öğretmiş, emanetin hak edene verilmesini ve emanete hainlik edene hainlik ile mukabelede bulunulmamasını istemiştir. Meymun bin Mihran, üç şeyin yani emanet, ahit ve akrabalık ilişkilerinin gözetilmesinin, karşıdakinin salih ya da günahkâr biri olduğuna bakılmaksızın Müslümanların bir ödevi olduğunu söylemiştir. Allah’ın verdiği kulluk emaneti ise yerine getirilmesi gereken en önemli emanettir. Son tahlilde kendilerine verilmiş emanet ve sorumluluk ne olursa olsun, adalet ölçülerine göre bunu yerine getirenler, kıyamet günü Rahman’ın ikramına mazhar olarak nurdan minberler üzerine çıkarılacaklardır. (Müslim, Kitabü’l-imare, 4721.) İslam tarihinde Mekke’deki Kâbe anahtarlarından Kudüs’teki merdivene kadar emanetin farklı temsilleri vardır. Yeter ki isra kararlılığıyla Mekke’den Kudüs’e ilerleyelim. Sultan Abdülmecid’in tahtta olduğu 1852 yılında, Kıyamet Kilisesi’nde temizlik sırasında farklı mezhep mensupları arasında, “Siz bizim sevaplarımızı kapıyorsunuz.” diyerek tartışma çıkar, Bab-ı Ali meseleye el atar. Padişah, bir ferman çıkararak Kudüs’teki mukaddes mekânlarda yeni bir “statüko” ilan eder. O, bu mekânları bizzat denetleyeceğini ve bundan sonra izni olmadan bir taşın dahi yerinden oynatılamayacağını duyurmaktadır. Ferman, Kudüs’e ulaşır ulaşmaz kilisenin önündeki meydanda okunur. O sırada bir papaz, kilisenin ön cephesindeki pencerelerden birini, dayadığı ahşap bir merdivene basarak temizlemektedir. Papaz, derhal aşağı indirilir, ancak merdiveni kaldırmak istediğinde buna izin verilmez. O günden itibaren Osmanlı’nın ilan ettiği fermanın devamının bir ifadesi olarak bu merdiven, hâlâ o yerdedir. Nebevi emanetin ecdattaki tezahürüdür bu.

Mekke’de anahtarla başlayan emanet, Kudüs’te merdivenle devam etmiştir. Medine’de ise emanetin farklı tezahürleri vardır. Orada emanet, kendisine gelen müşrik elçi Ebu Rafi’nin imana gelip “Mekke’ye, müşriklerin yanına bir daha dönmeyeceğim, senin yanında kalacağım.” dediğinde Allah Resulü’nün, “Müşrikler tarafından verilmiş olsa dahi elçilikten kaynaklanan emanetini ve sorumluluğunu önce yerine getir. Öylece yanımıza gelirsin.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/8.) sözünde varlık bulur. Medine’de emanet, kâh Hz. Ebu Bekir’in Nebinin mescidindeki mihrap sorumluluğunda kâh Hz. Fatıma’nın gözyaşlarında kâh Fahreddin Paşa’nın Medine müdafaasında ortaya çıkar.

Muhammedü’l-Emin’den Ebu Bekir Sıddık’a emanet ve sıdk ilişkisinin birbiriyle ayrılmaz bir bütün olduğunu, Fatıma’nın kendisine “babasının annesi” dedirten şefkati ve Fahreddin Paşa’nın Nebiyi terk etmeyen şecaatiyle bir arada gönüllere nakşeder. Anahtar, merdiven ve mihrap, emanet prizmasının Müslüman bilincinde varlık bulan üç farklı cephesidir.

Doç. Dr. Güldane GÜNDÜZÖZ
Kırıkkale Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi

Doç. Dr. Güldane Gündüzöz